“Kahrolsun Siyonizm, yıkılsın İsrail” sloganı neden günceldir – Orhan Yılmazkaya

1980’li yıllarda Filistin’de Siyonist güçlere karşı savaşırken şehit  düşen TKEP militanı Teğmen Ali’yi saygıyla anarak…  


“Karşılaştığı yerde, dünyanın dört bir yanında, bulunduğu yerde, öldürdüğü  insanları anlata anlata bitiremeyen şu Avrupa’nın kuyruğunu bırakalım.” (Franz  Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri)

“Şu noktadan ödün verilemez ve verilmemesi  gerekir: Bugün, gerçek düşünce özgürlüğü ya egemen liberal-demokrat ‘post  ideolojik’ konsensüsü sorgulama özgürlüğü demektir ya da hiç anlamı yoktur.”  (Slavoj Zizek, Lenin Üzerine) 

“Bunun sonucu olarak Feuerbach, ‘dinsel duygu’nun kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve tahlil ettiği soyut bireyin gerçekte belirli bir toplum biçimine ait  olduğunu görmüyor.” (Karl Marx, Feuerbach Üzerine 7. Tez)  


Bundan birkaç yıl önce, başını Birikim Dergisi’ndeki liberal solcuların çektiği bir  grup tarafından, toplumumuzdaki anti-semitizm tehlikesine dikkat çeken bir bildiri  yayınlanmıştı. Bunda bir sakınca olmaması gerektiğini düşünüyorduk ki, bildiri  İsrail’i ve Siyonizm’i eleştirenleri anti-semitik olmakla eleştirmekle kalmayıp,  devrimcileri suçlayan ifadeler de barındırınca, anti-semitizmi eleştirmek anlamında  işin kalkış noktasının doğru olduğunu, ama liberal solun politik ufkunun  “Kopenhag Kriterleri’nden” öteye geçemeyeceğini, demokrasi istediği her yerde de  yeminli devrimcilik ve Marksizm düşmanlığı yapmadan duramayacağını hatırladık.  Liberal ve “sol” demokratlık dünyayı, “Batı uygarlığının yönetsel ve ekonomik  arizalarını düzeltmiş haline” ulaştırmak istediğinden, faşizmle komünizmi kendi  denklemini iki ayrı tarafına koyup sadeleştirerek, ideolojik ve politik problemlerini  çözmek ister. Tarihin Marksist yorumu ve sınıflar orada, “sosyolojiye giriş” dersi  olma dışında yoktur. Felsefi olarak ne büyük yanılgı ve bir siyaset olarak ne büyük  sahtekârlık… Bu bildiride de esas olarak, Yalçın Küçük’ün son dönemdeki yazı ve  kitaplarından yola çıkılarak solun da egemen anti-semitik söyleme katıldığı  söyleniyordu.  

Her ne kadar Küçük, bir dönem sol adına konuşan fikir adamlarından birisi  olmuşsa da, solcu değil devrimci olduğumuzdan, bir süre önce “Marksist misiniz?”  sorusuna, “esinlendim” diye cevap verdiğinden, Mustafa Kemal’den “Gazi  Hazretleri” diye bahsetmeye başladığından, generalleri darbeye davet ettiğinden,  Şeyh Bedreddin ayaklanmasında Yahudi parmağı olduğunu “keşfettiğinden”(!), Sabetayist Bülbül deresi Mezarlığı’ndaki taşların notlarını almakta olduğundan,  adlı adınca anti-semitik eserler vermeye başladığından ve en önemlisi  megolomanyak olduğundan bu lafı üzerimize alınmadık. Ama bu bildirinin liberal  solcu yazar ve imzacıları, Türkiyeli devrimcileri Özgür Der’le (Haksöz Dergisi  çevresi) ortak ABD karşıtı eyleme katıldığı için anti-semitik olmakla suçlayınca,  işin tadının kaçtığını anlamıştık. İsrail’in eleştirilmesi istenmiyordu açıkça. Bu işin  başını, bir dönem Gündem Gazetesi’nde köşe de yazan, İHD üyesi Ayşe Günaysu  ismindeki bir yazar çekiyordu. 

Devrimcilere saldırmayı alışkanlık haline getiren bu kişinin, Shell Türkiye’nin Dış İlişkiler Müdürü olduğu daha sonra ortaya çıktı. Görüldüğü kadarıyla sorunumuz  orta yerde duruyor. Anti-semitizm, Siyonizm ve Yahudilik üzerine bir miktar daha  tartışmak gerektiği anlaşılıyor. Buna esas vesile olan, Cem Özatalay’ın Doğu  Konferansı isimli anlamlı aydın girişiminin yayın organı olana Doğudan Dergisi’nin  Eylül 2007’de yayınlanan, daha sonra yayından kaldırılan  www.bedreddinihareket.org sitesine de alınan “Şarkiyatçılık, Marksizm ve Türkiye  Solunda Doğucu Eğilimler” baslıklı yazısı; daha doğrusu bu yazının, “Sol İçindeki  Anti-Siyonist Ortadoğucu Eğilimi” tarif ve mahkûm ettiği bölümü oldu. Baştan ve  kestirmeden sunu söylememiz gerekiyor: Dünyada ve ülkemizde anti-semitizm  yükseliyor. “Kripto Yahudi” arayan her boydan gerici arasına bazı solcuların  katıldığı da doğru bir tespit. Ama bu solcular, devrimci ve Marksist değiller.  

Bizim bu solcularla anti-semitizm dışında da dertlerimiz vardır. Bunlar tartışılmaz  olgulardır. Lakin üzerinde anlaşacağımız bu olgulardan yola çıkarak yapılan politik  tahlillerin niteliğinde anlaşmak zorunda değiliz. Cem Özatalay’ın adını andığımız  yazısı, bazı bakımlardan böyle bir kaderi paylaşmıştır. Ayrıca, bu yazıda  sanıyorum ki, bazı “olgu” farkları da vardır ki, bunlar da esas olarak ifade edilen  değil, edilmeyen olgulardır. Aklımın erdiğince anlatmaya çalışacağım… Tüm  dünyada Marksistler, devrimciler, halkların, dinlerin, cinslerin, mezheplerin  eşitliğini ne kadar savunurlarsa, Yahudilere yönelik ırkçılığa da o tutarlıklıkla karsı  çıkmışlardır. Ölüm oruçları sırasında Fazilet Partili milletvekili Mehmet Bekaroğlu,  Bayrampaşa Cezaevi’nde iftar vakti geldiğinde devrimcilerin kendisine nasıl iftar  sofrası hazırlayıp görüşmelere ara verdiklerini ekilenmiş şekilde defalarca  anlatmıştı. Ama oradaki devrimciler herhalde İslam diniyle ilgili fikirlerini  değiştirmiş değillerdi. Sadece bir Müslüman’a gereken saygıyı ve nezaketi  gösteriyorlardı.  

Bu bizim hamurumuzdur: “Yaratılanı hoş görürüz, insanlığından ötürü…” Bir dini  inanış olarak Yahudilik’in ve ona inananların insan ve “mümin” olarak haklarını  savunmak meselenin bir boyutudur ve orada herkes hemfikirdir. Ne yazık ki, bazı  özgün konumlar itibariyle bu meselenin tek boyutu bu değildir. Ezen-ezilen tarifi,  somut bir olgu olarak tarihsiz bir şekilde yorumlanabilir. Bakarsınız, kimin ezip  kimin ezildiği somut durumda bellidir ve ona göre politik tutum alırsınız. Ama işin  içine dinler, milliyetçilikler, halklar, devletler ve zamanlar girdiğinde işte o zaman  bir tarihten bahsetmek zorunda kalacaksınızdır. Zurnanın zırt dediği yer de  orasıdır. Cem Özatalay andığımız yazısında, “Görüldüğü üzere, anti-siyonist  Ortadoğuculuk olarak ortaya çıkan sol eğilimin, İsrail’in uyguladığı zulme karsı  Filistin halkıyla dayanışma içinde olmanın ötesine uzanan düşünsel ve politik  boyutları vardır. Bu düşünsel ve politik çerçeve, söz konusu eğilimin Türkiye’de  ezilenlerden yana somut tutum alabilmesini imkânsızlaştırmaktadır” ifadeleriyle,  anti-siyonizme olumsuz bir anlam biçmiştir. Hem de bu sonuca, Siyonizm’in ve  anti-siyonizmin ne olduğunu hiç anlatmadan varabilmiştir. Burada yöntemsel bir  yanlışlık vardır ve bu yanlışlık sadece anlatım eksikliğinden değil, ondan önce  anlatılanların ne olduğundan da kaynaklanmaktadır.  

Türkiye’de ve Ortadoğu’da tam tersine, anti-siyonizm olmadan solculuk da,  İslamcılık da, Arap ve Kürt milliyetçiliği de yapılamaz. Zaten bu yüzden yoktur.  Ama solla anti-siyonizmi ayırırsanız, elinizde sadece “afakî bir İsrail eleştirisi”  kalır ki; sol olmadığı için değil, mümkün olmadığı için gerçekçi değildir. 

Arkadaşımıza göre, “Yahudiler tarih boyunca acılar çekmişler, soykırıma  uğramışlar, simdi de uğrama tehlikesi altındadırlar. Yahudilik bir dindir, bir inançtır,  bir kişisel tercihtir. Esas olarak yapılması gereken, bu inancın ne olduğu değil,  saygı duyulması ve baskı altına alınmaması gereken bir hak olduğu gerçeğidir. Bu  arada, hakkaniyet gereği, İsrail’in uyguladığı zulme karsı Filistin halkıyla da  dayanışma içinde olunmalıdır”. Yukarıdaki paragrafta Özatalay’ın benim  cümlelerimle özetlediğim temel görüsü, “egemen sol akla” göre son derece makul  gibi görünüyor. Ama zaten sorun, o egemen sol aklı entelektüel şiddete tabi tutmak gerekliliğidir. Dünyanın her yerindeki emekçileri, “devlet demokratik olsun, işçilere daha fazla kaynak ayırsın, halkı da gözetsin” seklindeki egemen sol akıldan koparmadan devrim yapabilir misiniz? Bu da onun gibi bir şeydir… Görebildiğim kadarıyla yukarıda andığım yöntemsel yanlışlık, ezen ve ezilen meselesinin  bu şekilde konulunca, kavramların, yani tarihsel süreçlerin bir tarihinin olup olmadığı sorununun göz ardı ediliyor almasıdır. Yahudi’nin inancı ve kendisine göre  bu inançtan kaynaklandığını düşündüğü kişisel ve cemaat hakları için denecek  söz yoktur. Ama Yahudi ile Yahudilik ayni şeyler değildir. Marx bunu, Yahudi Sorunu adli makalesinde söyle anlatmıştı: “Biz dünyamızın gerçek Yahudisi’ne; Bauer’in anladığı Sept günü [Yahudiler için kutsal olan cumartesi günü – Sabat] Yahudisi’ne değil, günlük hayatin Yahudisi’ne bakalım…” Biz de öyle yapmalıyız. Her  dini inanış, her felsefe, her politik akım gibi Yahudilik de tartışma konusu yapılabilir, ondaki öz ve güncellik açığa çıkartılabilir. Bu somut durumu bir metaforla anlatmak gerekirse, Anna Frank ile Theodor Herzl’i karıştırmak yanlış olacaktır.  

Anna Frank, bir Yahudi çocuk olarak dünyaya gelmenin bedelini ağır şekilde  ödemişti. Hatıra defteri, faşizmin utanç adisyonu olarak hiç unutulmayacak.  1897’de 1. Dünya Siyonizm Kongresi’ni toplayan Theodor Herzl ise, kurulması  hayal edilen Yahudi devletinin uluslararası konumunu söyle tarif ediyordu: “Filistin’de, Avrupa’nın Asya’da korunma hattının bir bölümünü oluşturacağız; barbarlığa karsı uygarlığın bir uç boyu olacağız. Tarafsız bir devlet olarak Avrupa ile  temas halinde olacağız; buna karşılık Avrupa bizim yaşamımızı garantileyecek.”  Hayalimizdeki imge, sinagog içinde yan yana sıralarda sabat ayinine katılan Frank  ile Herzl ise; evet ikisi de aynıdır ve ikisi de eleştirilemez. Öyle olmadığını biliyoruz  ve burada tartışılan, herkesin anlayacağı gibi, insani kişilikler değildir.  

Peki ya, Siyonizm’in Yahudilik’in ulusal ideolojisi olduğu, çoğu Yahudi tarafından  benimsendiği bir gerçekse ne olacak? O da bizim derdimiz değil ama İsrail Anayasası’na göre İsrail devleti, “tüm dünyadaki Yahudilerin devletidir.” Resmi devlet  kurumu İsrail Enformasyon Merkezi tarafından 1997’de Türkçe yayınlanmış, Kudüs’te basılmış İsrail’in Gerçekleri adli bir kaynağa göre, “Siyonizm, Musevilerin  ulusal özgürlük hareketidir.” 19. yüzyılın sonunda kendisini bu isimle ifade etmeye  başlayan Siyonizm, döneminin milliyetçilik akımlarından etkilenmiştir. Ama bir farkı  vurgulamak önemlidir ki, Yahudiler oturdukları, gelişimine katkıda bulundukları  toprakları değil, başkalarına ait olan toprakları ele geçirip, toprağın asil sahipleri  olan Filistinlileri zorla kovan bir milliyetçiliği hayata geçirmişlerdir. Yahudi dini ile  Siyonizm arasında başka hiçbir din-milliyet ilişkisinde olmayan özgün, biricik bir  ilişki vardır. Bu anlaşılmadan hiçbir adım atılamaz. Yahudi dini, evrensel mesajlar  taşımakla uğraşmaz; mesajı sadece İsrail oğullarınadır. Bu milliyetçiliğin somut  gerçekliğini anlatan bazı küçük bilgi kırıntılarını biz Siyonistlerimizden ve onların  muhiplerinden hiçbir zaman duyamayız: İsrail devletinin kimliklerinde tüm vatandaşların milliyetleri, Yahudilerin ise dini yazar: Yahudi, Arap, Dürzî gibi. İsrail vatandaşı Araplar, İsrail ordusuna alınmazlar. Bazı Yahudi tarikat üyeleri de dini  inançları gereği askeri gitmezler. İsrail’de askeri konularda resmi sansür uygulaması vardır. Kişi başı verilerle değerlendirdiğinizde, İsrail açık ara “dünyanın en  askeri toplumu”dur. İsrail’de evlilik, boşanma, miras, nafaka, velayet gibi medeni  hukuk alanına giren konular esas olarak şeriat mahkemeleri tarafından karara  bağlanır. Aynı şekilde Hıristiyanlar ve Müslümanlar da bu konuları kendi dini mahkemelerinde çözerler. Yahudi şeriatı esas olarak erkek egemenliğini veri aldığı  için, kadınların boşanması için günümüzde de erkeklerin onayı şart koşulmaktadır.  Filistin bölgesindeki sivil yerleşimci Yahudilerin hepsi resmi olarak silah taşır…  

Siyonizm-Yahudilik, İsrail-Siyonizm eşitliklerinin yarattığı ve bundan sonra yaratacakları problemler bize ait değildir. Onu da Siyonist olan Yahudiler düşünsün.  Devrimciler bir faşist vurduğunda faşistler, “Müslüman ve milliyetçi olduğu için  öldürüldü” diyebilirler. Biz, faşist olup halka ve devrimcilere zarar verdiği için” deriz. Acaba Ruslardan sonra 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda en çok sivil ve  askeri kaybı hangi halk verdi dersiniz? Almanlar tabii ki… Tarih bazen kâğıtları  kötü dağıtabilir. Rad Suresi 11. ayet söyle diyor: “Şüphesiz ki, bir kavim kendi  durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” Tanrının sözü  dışında, bir politika tespiti gibi gelmiyor mu size de? Tartıştığımız, bazı insanların  nasıl doğmuş oldukları değil, ne yaptıkları ya da yapmadıkları, politik tutum ve  eylemleridir. Mesele bu kadar basittir… Büyük Siyonist sahtekârlık, bizim gibi  ülkelerdeki sol aydınların, bizim gibi Siyonizm’in tehdit olduğunu düşünenlere,  “Ama Siyonizm ile Yahudilik’i bir görmeyin” derken, aynı kesimlerin Batılı temsilcilerinin Batıda bizim gibi düşünüp Siyonizm ve İsrail eleştirisi yapanları parmaklarıyla işaret edip “Gördünüz mü işte anti-semitikleri” demeleridir. Bu tezgâh  bozulmalıdır.  

Biz Marksistler, dünyadaki insanların çok önemli bir bölümü tanrıya inanıyor diye  din eleştirisi yapmaktan vazgeçmeyiz. Bu, çözümlemeden kalkan bir eleştiridir ve  verili bir politik uğrakta programatik ve propagandif öğe olup olmayacağı tartışmasıyla bir ve aynı şey değildir. Marx’ın Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı makalesiyle yaptığı budur. Marx, genel din eleştirisinin yöntemini almış, bu yöntemi Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın tarihiyle harmanlamış ve bu iki dinin özünü ortaya koymuştur. Yoksa kendisi de Yahudi olan ailesiyle yaşadığı bir psiko-patolojik sorun  yüzünden bu yazıyı yazmış değildir. Böyle tezleri (mekânı cehennem olsun inşallah), Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer derslerinde ve kitaplarında hararetle savunurdu. 12 Eylül döneminde üniversitelerde, Marx’ın eşitlikçi tezlerini “içgüveysi” olduğu için yazdığını, Lenin’in devrimci faaliyetini “abisi Çar tarafından öldürüldüğü  için” gerçekleştirdiğini savunan profesörler vardı. Hala da vardır. Şimdi, “Peygamberi hırsızlarla birlikte katledilmiş, başlarda 300 yıl boyunca itilip kakılmış Hıristiyanlık, kuruluş tezleri itibariyle, hemen iktidar olmuş, peygamberi devlet başkanı  olarak ölmüş İslamiyet’e göre daha hümanisttir” demeye hakkımız yok mudur?  Ondan sonra nasıl şekillenmeler olduğu da ayrıca tartışılma konusudur. Bütün  dinler, din olmaları başlığında benzeri özellikler gösterirler ama aynı şey değildirler. İnananları inançları için kınamakla, inanışlarını tarihin ve siyasetin konusu  olarak tartışmak, eleştirmek farklı iki düzeydir. Bu eleştirinin kendisi ile siyaseti  arasında farklılık olacaktır elbette. Bu farklılık, din konusunda devrimciler tarafından tüm devrimci mücadele tarihi boyunca algılanmış ve bu yüzden farklı taktikler  uygulanmıştır.  

Politik bir akım ve parti olarak ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin en güçlü, en sağ, en  politik akımıdır. Kendisini sürekli, Türk milliyetçiliğiyle bir ve aynı şey olarak tarif  etme, bu olguyu kabul ettirme çabası içindedir. Şimdi devrimciler ülkücülüğü eleştirdiklerinde, Türk olmayı mı eleştirmektedirler? Tabii ki değil. Ama tüm faşistler ve  bazı milliyetçiler böyle yorumlamaya yatkındırlar. Bunu bizim kabul etmemiz  mümkün değildir. Zaten bunu o ülkücü faşistler söylüyorlar ve kendilerini eleştirenleri topraklarından atmaya çalışıyorlar. Bilmeyenler için tarif edelim, Türkiye’de  kendisini “Türk” ve “milliyetçi” olarak görenler kümesiyle, “ülkücüler” kümesi  arasında önemli bir fark vardır. Ama kendisini “Yahudi” olarak görenlerle, Siyonist  olarak görenler arasında, bugün hem İsrail’de, hem de dünyanın başka yerlerindeki Yahudiler arasında önemli bir fark kalmış değildir. Evet, öyle olmayanlar kesinlikle vardır ama bu iki küme, 1948’den sonra büyük ölçüde üst üste gelmiştir ve  hala bu şekildedir. Diyelim 100 yıl önce, 70 yıl önce böyle değildi. İsrail’in kuruluş felsefesi, kuruluş biçimi ve ilk andan şu zamana dek uyguladığı politikalar bunu  maalesef sağlamıştır. Bu, Siyonizm’in ve ona destek olan Yahudilerin yarattığı bir  vahim sonuçtur ve İsrail dışındaki Yahudiler de uğradıkları soykırımın yarattığı  korku psikolojisi ve Batı uygarlığının desteği nedeniyle yine büyük ölçüde böyle  düşünmektedirler. Hala İsrail subayları, eğitimlerinin sonunda antik dönemdeki  Yahudilerle Roma askerlerinin trajik savaşına sahne olan Masada Kalesi’nin  kalıntılarına gidip, “Bir daha asla” diye yemin ediyorlar. Bu halk, binlerce yıl dualarında, ilahilerinde Kudüs için, “Seni unutursam, sağ elim hünerini unutsun” diye  mırıldanmıştı. Bu psikolojiyi anlamak ayrı şey, yarattığı Filistin dramını anlamak bir  başka şey. Mesele insan hakları sorunu değil yani…  

İsrail, Siyonizm ve Yahudilik eleştirisi yapılan her yerde anti-semitizm bulmak bir  Siyonist taktiktir; resmi ve gayri resmi İsrail devlet görevlilerinin argümanıdır. Bu  topraklarda tutmaz ama Batı akademiyasinda, edebiyatında ve basınında çok  etkilidir. Buna karşı dikkatli ve şerbetli olunmalıdır. Cem Özatalay, Türkiye’de  yazdığı için, makalesinde “İsrail’in uyguladığı zulme karşı Filistin halkıyla dayanışma içinde olmaktan” bahsedebiliyor. Eğer Washington’da, Paris’te, Berlin’de,  Londra’da yazıyor olsaydı, daha öncesinde ne derse desin, cümlesinin sadece bu  kısmı için anti-semitik olmakla suçlanacaktı. Oralarda durum budur.  

Osmanlı torunlarından Fransız gazeteci Kenize Murat’ın Filistinlilerin çektiği acıları  onlarla yaptığı röportajlar üzerinden son derece naif fikirlerle anlattığı kitabinin  başına Fransa’da 4-5 sene önce neler geldiğini anlattığı demeçlerine belki internette hala denk gelme şansımız vardır; meraklıları okur. Yahudi entelektüel terörünün bu kadar güçlü olduğunu bilmediğini söylüyordu. İsrailli işgalcilere Lübnan İsrail sınırında sembolik bir taş fırlatan Edward Said’in ABD üniversitelerinden  atılma girişimi de hatırlardadır. Yine geçtiğimiz yıllarda, Yahudilerle Arapların ortak  atadan geldiğini kanıtlayan bir gen araştırması yayınladığı diye bilimsel bir dergi  yayıncısı tarafından toplatılıp özür dilenmişti. Yahudiler, kendilerinin binlerce yıldır  Filistin’de olduklarına ama Araplar’ın orada olmadığına inanmamızı istiyorlar.  Buna bir New Yorklu (dünyanın en büyük Yahudi şehridir) ya da Brükselli inanabilir; biz inanmayız. Küçükken evimizin bahçesinde ilk kurban kesilmesini gördükten  sonra, ninemizin bize Hz. İbrahim’e gökten inen koçun hikâyesini anlattığından  beri, bu iki halkın İbrahim’in iki oğlundan ürediğini bilmekteyiz. Bir kardeş, diğerini yok sayarsa, onu aşağılarsa, döverse, her evde kavga çıkar. Kavgayı durdurmak  ve haksızın elini tutmak her şeyden önemlidir. Siyonizm, Yahudilik ile Siyonizm’i  eşitleyip, ikisini birden ideolojinin ve siyasal olanın alanından çıkartıp, kişisel  olanın, insan haklarının alanında tutmaya çalışıyor. Bu yüzden Siyonizm, devrimciler Siyonist mantığı deşifre edip, onu siyasal alanda hesaplaşmaya davet ettiğinde bundan rahatsız oluyor ve bu bölümde, yani Siyonizm-Yahudilik ilişkisinde,  sessiz kalmayı tercih ediyor. Meselenin en kritik yönü kanımca burasıdır. Liberaller de ikisinin farklı olduğu masalını anlatıyorlar.  

Net olarak ifade edersek, politik olarak bizim derdimiz Yahudilik eleştirisi değil,  Siyonizm eleştirisidir. Çünkü Yahudilik eleştirisi devrimcilerin politik gündemi değil,  faşistlerin, dincilerin, ulusal solcuların derdidir. Ama felsefi olarak Yahudilik eleştirimizi de ortadan kaldıracak değiliz. Ayrıca Özatalay’ın söz konusu edip geçerken  “genç Marx’ın henüz Aydınlanmacı ve Hegelci felsefenin dâhilindeyken kaleme  aldığı Yahudi Sorunu” diyerek “işini bitirdiği” adı geçen kitapla ilgili bir açıklama  çerçevesine aşağıda girmeye çalışacağız. Ama ondan önce, bu kısmın anlaşılması önemlidir. Özatalay yazısında, Siyonizm’den bir kez bahsediyor; o da solun  tutumunu nitelediğini söyleyip, bu durumu eleştirirken. Yanlışı buradadır. Yahudilerin inançlarının devrimcilerin tarafından korunması gerektiğini söyleyip, Siyonizm’i ve Yahudiliği eleştirmek mümkün, gerekli ve doğrudur. Ama Siyonizm eleştirisini yapmanın Yahudileri eleştirmek anlamına geleceğini düşünerek Siyonizm’i  eleştirmemek eksiklik ve yanlışlıktır. Arkadaşımızın hatası budur. Dünyanın ve  Türkiye’nin her yerinde Yahudiler tehdit altındalar. Ama Filistin’de Filistinliler tehdit değil, doğrudan aşağılık, acımasız, ahlaksız bir saldırı altındalar. Sadece savaşçıları değil, tüm bir halk ceza çekiyor. Onun için durum eşit değil. Ayrıca, “Yahudiler  Türkiye’de tehdit altındalar, bu bizim sorunumuz; Filistin bizim sorunumuz değil”  anlamına gelecek bir formülasyon apolitizm anlamına gelir. Çünkü biz aynı zamanda Ortadoğu’dayız.  

Bu, “doğulu muyuz, doğucu muyuz” tartışmasından çok daha somut… Filistin  meselesi çok sayıda insanı, dini ve kültürel nedenlerle bu toplumda daha çok  ilgilendiriyor. Açıkça meseleler arasında böyle bir hiyerarşi yapmakta sakınca  bulunmuyor. Faşistler ve bazı İslamcılar Yahudileri tehdit ediyor, ama İsrail durmadan saldırıyor. İş dolaylı olarak şuna getirilmiş oluyor: “Türkiye’de azınlık olarak  Yahudiler var, onlar anti-semitizm tehdidi altındalar. Ama Türkiye’de Filistinli yok.  Bu açıdan da durum eşit değil ve anti-semitizme dikkat etmek gerekiyor.” Bu saçma ikilemi niye kabul edelim ki? Biz kendimizi Türkiye’de olduğumuz kadar Ortadoğu’da da sayıyoruz. Bunun nedeni de çok basit, çünkü oradayız.  

Bunun için Müslüman olmamız da şart değil. Ama kendisini Kemalizmin ve Türk  devletinin Batıcı, Ortadoğu halklarına uzaktan bakan, İsrail dostu, Arap, Kürt ve  Fars düşmanı görüş açısının resmi sınırlarını neden kendimize veri alalım ki?  Bunun yerine, UEFA’da İsrail takımları neden var; Eurovision Şarkı Yarışması’na  neden İsrailli sarkıcılar katılıyorlar da, Cezayirliler ve Faslılar katılmıyor; Efes Pilsen, Macabi Tel Aviv’le basketbol maçı yapabiliyor da niye Kahire Gücü ile  yapmıyor, diye sormak daha doğru olmaz mı? Mesele Batı’ya uzanmak olunca  sınırlar anlamsız olurken, Doğu’ya uzanmaya geldiğinde hemen resmi sınırlar  ortaya çıkıyor. Avrasyacı olmayacağız, Ortadoğulu olmayacağız, değil Ortadoğu’nun dünyanın en büyük sorunlarından olan Siyonizm’i eleştirmeyeceğiz,  ama zulüm yapınca İsrail’i eleştirerek durumu idare ettikten sonra, devrimciler olarak yerel olmayı başaracağız… Kürtçedeki güzel ünlemle söylersek, “çawa  çebu mirate” (nasıl olacak bu iş yahu…) Cem Özatalay kusura bakmasın ama  bizim açımızdan İsrail ve Siyonizm meselesi Endonezya-Doğu Timor anlaşmazlığı  gibi algılanamaz ve yorumlanamaz. Bu arkadaşımızın deyimiyle, “İsrail’in uyguladığı zulme karşı Filistin halkıyla dayanışma içinde olma” tamlaması bu sorunu  tartacak terazi kefesi için hayli küçük gelir. Biz Filistin meselesini, dayanışılacak  bir dış unsur gibi göremeyiz. Biz Filistin’iz ve Filistin bizdendir. Biz devrimciler o  dava için kanımızı döktük ve simdi Siyonist İsrail bizimkilerin kanını dökmeye, ağır  şekilde hakaret ederek sürdürüyor. Kendimizi 500. Yıl Vakfı’ndan çok, Filistin Halk  Kurtuluş Cephesi (FHKC) Genel Sekreteri Şehit Ebu Ali Mustafa’ya yakın görmemiz doğaldır. Bu tutumun nedenini tartışmayız bile. Yarın bir iki it, Perşembe Pazarı’nda bir Yahudi esnafa musallat olursa, yine karşısına dikilmek için hiç  düşünmeyiz.  

Biz burada tarafız; Siyonizm’e düşmanız; İsrail’in yıkılmasını ve Yahudilerle Filistinlilerin barış içinde bir devlette yaşayabilmesini istiyoruz. Nasıl “Kahrolsun  ABD” dediğimizde Amerikalıları öldürmekten bahsetmiyorsak, “Yıkılsın İsrail” dediğimizde de anti-semitik olmayız. Dünyanın herhangi bir yerinde dini inanışı için  bir Yahudi’ye zarar verdiğimizde, buna sessiz kaldığımızda anti-semitik oluruz.  “Türkiye Cumhuriyeti yıkılsın, yerine sosyalist bir cumhuriyet” kurulsun dediğimiz de, Türklere karşı mı olmuş oluruz yani? Faşizme ve faşistlere, burjuvalara  karşıyız. Yahudi’ye karşı değiliz, İsrail’e ve Siyonistlere karşıyız. Kendi halkımızın  faşistine karşı olduğumuz kadar, Yahudi’nin faşistine de karşıyız.  

Siyonistler Batı desteğiyle İsrail’i kurarken, bir Yahudi olan Albert Einstein’a İsrail  devlet başkanlığını teklif etmişlerdi. Einstein, “Böyle bir devletin Yahudilik’e zarar  vereceği” gerekçesiyle öneriyi reddetti. Demek ki, en az fizik bilgisi kadar güçlü bir  politik sağduyusu da varmış. “Yıkılsın İsrail” sloganının güncelliği, Yahudiyle Siyonist’in ilişkisinin geldiği tehlikeli ve ölümcül noktayı Yahudi’ye hatırlatmaktadır. Muhtemelen gelinen noktayı Siyonist hiç anlamayacak, hatta ondan hoşlanacak  ve uçuruma giderken Yahudi’yi de götürmeye çalışacaktır. Onun için, İsrail dünyada Yahudiler için en tehlikeli ülke olduğu halde, dünyada sadece İsrail’de Yahudiler öldürüldüğü halde, Şaron gibi faşistler tüm dünyadaki Yahudilere ısrarla  İsrail’e yerleşme çağrısı yapmaktadırlar. Çünkü son yıllarda tersine göç eğilimi  artmaktadır. Siyonist için her Yahudi, ABD ve Avrupa’dan gelecek dolar ve eurodur. Bizim umudumuz, Siyonist’in anlamadığını dünyanın her yerindeki Yahudi’nin  anlayıp bir kez daha soyunun ve bu kez başka soyların büyük acılar yaşamasının  önüne geçmesidir. Muhtaç olduğu kudret, Auschwitz’in hepimizi utandıran anılarında mevcuttur. Ama unutulmasın, bu kez yetişecek Kızıl Ordu olmayacaktır.  ABD ve İngiliz yönetimlerine yıllardan beri danışmanlık yapan, İslam tarihi ve Ortadoğu konusunda hacimli çalışmaları bulunan İngiliz Yahudi tarihçi Bernard Lewis, birkaç yıl önce Türkçede de yayınlanan Semitizm ve Anti-Semitizm adlı kitabında, anti-semitizmin esas olarak bir Batılı düşünüş ve eylem olduğunu uzun  uzun anlattıktan sonra, İslam coğrafyasında 1400 yıl boyunca birkaç istisna hariç  ciddi hiçbir Yahudi düşmanlığı olmadığını belirtiyor; Ortadoğu’daki Yahudi düşmanlığının esas olarak İsrail’in kurulmasından sonra ortaya çıktığını ve güçlendiğini söylüyor. Marx’ı anti-semitik olmakla eleştiren Lewis, Selahaddin Eyyubi’nin,  Abbasi halifelerinin, Osmanlı sultanlarının anti-semitik olduğunu söyleyemiyor.  Simdi bu durum gündüz gibi ortadayken, İsrail’e ve Siyonizm’e tek kelime etmeden, anti-semitizm suçlaması için Türkiyeli devrimcileri bulmak biraz dar görüşlülük olmamış mı? Hırsızın hiç mi suçu yok? Ya bizim Nasreddin Hoca kadar itiraz  hakkimiz…  

Anti-semitizm Marx’ın gençlik hatası mıydı?

Şimdi gelebiliriz meselenin teorik  boyutuna ki, işin içine Marx da karıştığından, son derece nazik bir konudur. İşin  içinde Marx’ın teorik çabası varsa, konuya savalavatla başlamaya dikkat etmek  gerekir. Ama arkadaşımız bunu tercih etmediğinden, hata yapmıştır. Cem Özatalay adı geçen yazıda, “Söz konusu eğilim, [sol içindeki anti-siyonist doğucu eğilim], görüşlerini Marksizmle ilişkilendirme sorununu da, genç Marx’ın henüz aydınlanmacı ve Hegelci felsefenin dâhilindeyken kaleme aldığı ‘Yahudi Sorunu’nu  başucu kitabi haline getirerek çözmüştür.  Bu eğilimin en çok üreten isimlerinden olan Orhan Gökdemir’in Aydınlanma Tarikatı isimli kitabını sonlandırırken, Marx’ın Yahudi Sorunu çalışmasından şu pasajı  aktarması düşündürücüdür: ‘Nedir Yahudi’nin bugünkü dünyamızdaki temeli?  Pratik ihtiyaçlar, bencil çıkarlar. Nedir Yahudi’nin bu dünyadaki ibadeti? Bezirganlık. Nedir Yahudi’nin bu dünyadaki tanrısı? Para”. Gökdemir son cümlesini  söyle bağlar: “Şimdi bezirganlıktan ve paradan kurtulmak istiyoruz ve zamanımızın kurtuluşu, Marks’ın da dediği gibi ‘Yahudi’den kurtuluş’ olacaktır” sözleriyle, Marx’ın Yahudi Sorunu adlı kitabındaki görüşlerini bir çırpıda değersizleştiriverirken, Marx’ı da bu yüzden sıradan bir anti-semitik derecesine indiriyor…  

Her şeyden önce, Marksistlerin fikirlerini savunurken Marx’dan alıntı yapmaları  kadar doğal bir şey olamayacağını söylememiz gerekiyor. Burada problem olamayacağına göre, sorun gerçekten Marx’da mı? Marx’ın Türkiye’de Yahudi Sorunu adıyla bağımsız bir kitap olarak basılan çalışması, iki makaleden oluşmaktadır.  Bu iki makale, Genç Hegelciler’den felsefeci ve ilahiyatçı Bruno Bauer’in ikisi de  1843’te yayınlanan bir kitabı ve bir makalesini eleştirmek amacıyla yazılmış ve  1844’te yayınlanan Fransız-Alman Yıllıkları’nda ilk kez okurun karşısına çıkmıştır.  Bazı Marksist felsefeciler tarafından ortaya atılan “Genç Marx – Olgun Marx”  ayrımı, Marx’ın düşün macerasının ilk yıllarında Hegel’in etkisi altında yılları olduğunu, bu yıllarda Marx henüz ekonomi-politik üzerine eğilmediği için, “sınıf,  ücretli emek, meta, değişim” gibi temel kavramlar üzerinden meselelere bakma şansına sahip olmadığını, bu dönemde “soyut insan özü” kavramıyla düşünmeye  devam ettiği tezine dayanır. Fransız-Alman Yıllıkları, 1844 Elyazmaları, Alman  İdeolojisi bu dönemin eserleri olarak tanımlanır. Bu yıllarda Marx, din sorunu üzerinde önemle durmuştur. Çünkü ilk döneminde, dini yabancılaşmanın insanın yabancılaşmasının temeli ve özü olduğuna inanıyordu. Meta kavramına ulaşınca bu  görüşünü değiştirdi. Bu tartışma, Marksistler arasında uzun yıllardan beri sürmüştür ve üzerinde anlaşmak doğal olarak mümkün olmamıştır. Tartışmada, tarif edilen Genç Marx – Olgun Marx ayrımını kabul etmeyenler de “herhalde” Marksistlerdir. Ama herhalde Özatalay’a göre, “Genç Marx” henüz Marksist değildir. Bu  tartışmanın bir tarafı, Marx’ın bu yıllarda önemle üzerinde durduğu “yabancılaşma” kavramını daha sonraki yıllarda terk ettiğini, bu terimin kullanılmadığını da  savunur. Ancak biliyoruz ki, yabancılaşma kavramı daha sonraki eserlerde “şeyleşme” olarak kullanılmış, Marx’ın ekonomi-politik çalışmalarında önemli bir yer  tutmuştur. Yabancılaşma tartışması bugün de Marksizmin önemli köşe taşlarındandır. 

Nesnelerin ve kavramların kendileriyle görünümleri arasındaki farklılıklar önemlidir  ve kapitalizmin bu mesafeyi açması, modern insandaki toplumsal ve bireysel şizofreninin nedenidir. Ayrıca Cem’in dediği gibi, Marx’ın tüm eserinin ne kadar  “aydınlanmacı” olup olmadığı da çok tartışma götürür bir konudur ki, ona hiç girmeyeceğiz… Tartışmanın bu kısmı gerçekten derindir ve ilerletici bir konudur.  Ama biz burada keserek, “Genç Marx’ın” yazdıklarının da tartışmaya değer olduğunu düşünüyoruz. En azından onun bir anti-semitik olmadığını kanıtlamak  adına bile…  

Genç Marx’ın bazı kavramlara henüz ulaşamadığı kesinlikle doğrudur ama anti-semitizm Marx’ın bir “gençlik hatası” da değildir. Marx’ın eleştirisi, tekrar  bakıldığında görülecektir ki, ne Cem’in gösterdiği kadar dar kapsamdadır, ne de  hafife alınabilir. Lafa başlarken söyledik ama bir kez daha hatırlatalım: Cem’in  “Hegelci felsefenin dahilindeyken kaleme aldığı” dediği bu iki makale, Genç Hegelci okulun ileri gelenlerinden Bruno Bauer’e karşı yazılmıştır. Bu durum, eğer  öyleyse, Marx’ın Hegel’in etkisi altında olmadığını kanıtlamaz ama bu bilginin  ortaya konması da ortada bir tartışma olduğunun en somut kanıtıdır. Şimdi gelelim  bu iki felsefecinin ne tartıştıklarına… İsa’nın tanrılığını ve hatta gerçekten  yaşadığını reddettiği için Bonn Üniversitesi’ndeki kürsüsünden atılan, ömrünün  son yıllarında ise gericiliğe dâhil olarak Bismarck yönetimi altında çalışan Bruno  Bauer, Marx’ın eleştirisine konu olan “Bugünkü Yahudilerin ve Hıristiyanların Özgürleşme Kabiliyetleri” adlı eserinde, Almanya’da o yıllardaki Yahudilerin özgürlük  talebini eleştirerek, insanın özgürleşmesi için devletin dinin baskısı ve etkisi altından kurtulması gerektiğini, ancak Yahudilerin bunu önemsemeyip sadece kendi  dinlerine özgürlük istediklerini söylüyor. Bauer, “Yahudiler Almanların kurtuluşu ile  ilgilenmiyorlarsa, neden Almanlar Yahudilerin kurtuluşu ile ilgilensinler?” diye soruyor. Marx’la Bauer arasındaki tartışma bir Yahudi tartışması değil. Ama bir bölümü, Yahudilik fonu üzerinde cereyan ediyor. Bauer tartışmayı, Yahudilik Hıristiyanlık tartışması, bir teoloji problemi olarak ortaya sürerken; Marx, Bauer’i  tam da bu noktadan eleştirip, ısrarla tartışmanın burjuva toplumunun ve devletinin  sorunu olduğunu anlatıyor ve bunu gerçekten keskin gözlemleriyle yapıyor. Bu  nedenle Marx’ın adı geçen iki makalesinden birinci ve uzun olanı Yahudilikten çok  Hıristiyanlık, din, devlet, insanın özgürlüğü kavramları etrafında dönüyor. Bu durum da 19. yüzyıl Avrupa’sı için çok normal, çünkü milliyetçi fikirler anti-semitizmi  azdırmış durumda. Marx’ın babası avukatlık yapabilmek için din değiştirip Hıristiyan olmak zorunda kalıyor. Marx Bauer’i, Yahudi meselesinin vardığı yerdeki dünyevi çatışmayı, Yahudi’nin dini görüşüne karşı polemik yapmakla eleştiriyor.  Marx’a göre aslolan, bir dini eleştirmek değil, o dine biçim veren gerçek maddi  koşulların eleştirisi ve devrimci değişimidir.  

Marx birinci makalede bu konumunu şöyle ortaya koyuyor: “Şu halde biz Yahudilere, Bauer gibi, siz kendinizi Yahudi dininden kurtarmadıkça siyasi özgürlüğünüzü  alamazsınız demeyeceğiz; biz, siz Yahudi dinini tamamen bırakmadan da siyasi  anlamda özgürlük elde edebileceğiniz için, siyasi özgürlük size insanlık özgürlüğü  sağlamayacaktır diyeceğiz. Siz eğer insan olarak özgürlüğünüzü elde etmeden  sadece Yahudi için siyasi özgürlük istiyorsanız, kusur ve çelişme, yalnız sizde  değil, aynı zamanda siyasi özgürlüğün özünde ve niteliğinde diyeceğiz”. “Meselenin bu teolojik çerçevesini biz kıralım; bizim için, Yahudilerin özgürleşebilme davası, baştanbaşa köleleşmiş dünyamızın kurtuluşu davasına bağlıdır.” Biz Marksistlere göre şimdi de bu durum değişmemiştir… Marx, yine Fransız-Alman  Yıllıkları’nda yayınlanan “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” adlı  çalışmasında da yine din ve özgürlük meselesine değinerek, dinin genel niteliğini  o çok bilinen pasajla açıklamıştı: “Din, ezilen yaratığın iç çekisi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir.” Tüm bu çalışmalarda amaç, dinin niteliğini ortaya koymaktır ve  bunu başarmıştır.  

Kısacası, Marx’ın Özatalay tarafından da alıntılanan ifadeleri bir yana, Marx’ın  konumu tam da, Yahudi’nin kişisel dini inanışını tartışmaya karşı çıkan bir pozisyon ve tartışmanın özü görüldüğü gibi, bütün bir burjuva dünya görüşünün eleştirisi. Bugün bu tartışmaların biçimleri değişse de özü hala aynı şekilde duruyor. Biz  Marksistler dünyaya tüm bir özgürleşme ve kurtuluş imkânlarından bahsettikçe;  burjuvalar bize, “insan hakları ve demokrasiyi” anlatıyorlar. Zaten Marx insan  hakları tartışmasına yine bu makalede girerek, “Bu bencil insan, burjuva toplumunun insanı, şimdi siyasi devletin temeli, onun her şeyinin başlangıç noktası oldu.  Çeşitli insan hakları bildirileri onu böyle tanıyor” diyor.  

Yahudi Sorunu’nu Türkçeye kazandıran Prof. Niyazi Berkes, Sol Yayınları’ndan  çıkan 1968 tarihli birinci baskıya yazdığı önsözde tartışmanın önemini şöyle tarif  ediyor: “Bu yazıları okuyan herkes görecektir ki, Marx ne Yahudi düşmanıdır, ne  de Yahudi dostu. Konuyu ne ırk, ne de din açısından ele alıyor. Bu kısa yazıların  önemi, genç Marx’ın kafasında daha sonraları gelişen bazı fikirlerin burada açık,  basit ve keskin olarak ortaya konmuş olmasıdır. Bunlardan biri, burjuva devrimciliği altında yatan felsefeyi eleştirisi, diğeri genç Marx’ın daha sonraki yazılarında  önemli yer tutan ‘yabancılaşma’ kavramıdır.” Bauer, siyasi özgürlüğü sağlamak için  bir yandan Yahudi’nin dinini bırakmasını, insanların da genel olarak dinden vazgeçmesini isterken, Marx açık olarak buna karşı çıkıyor. Ama “insan haklarına”  inandığından ya da ateist olmadığından değil; bu tutumun gerçekleri görmeyi  engelleyen din yorumu yüzünden… Durumu su şekilde açıklıyor Marx: “Biz, insanların dünyevi meselelerini teolojik meseleler olarak görmüyoruz. Tersine, teolojik  meseleleri dünyevi meseleler olarak görüyoruz.  Tarih, şimdiye kadar hep kör inançlarla yorumlandı; biz, kör inançları tarihle yorumluyoruz. Siyasi özgürlüğün dinle ilişkisi meselesi, bizim için siyasi özgürlüğün  insan özgürlüğü ile ilişkisi meselesinden başka bir şey değildir. Biz, siyasi devletin  dini kusurluluğunu, daha ziyade dünyevi yapısının kusurluluğu ile yorumluyoruz.”  Bu keskin ve daha önce pek kimse tarafından dile getirilmemiş gözlemlerin sahibi  için herhalde sadece yaşça “genç” diyebiliriz diye düşünüyorum. Marx bu eserinde, işi gücü bırakıp Yahudi’ye küfürle meşgul olmuş değil. Yahudilik, Hıristiyanlık  ve burjuva toplum ilişkisini tarihsel gelişim seyri ve güncelliği içinde ortaya koymuştur. Bu öz bugün de geçerlidir ve Marksizm için hayatidir: “Yahudilik burjuva  toplumunun kemale ermesiyle zirvesine ulaşır. Burjuva toplumu ise kemaline ancak Hıristiyan dünyasında ulaşır. Ancak Hıristiyanlığın egemenliği iledir ki, bütün  insan ilişkilerini milli, tabii, ahlaki ve nazari bütün insan ilişkilerini- yüzeyleştiren  Hıristiyanlığın egemenliği iledir ki, burjuva toplumu, kendini, devlet hayatından  tamamen soyutlaştırır; insanı insan olarak birbirine bağlayan bağları yıkar; onların  yerine bencilliği, özel çıkarcılığı kor; insan dünyasını atomlaşmış, birbirine düşman  insanlar haline sokar. İste bu Hıristiyanlık, o Yahudi dininden doğmuştur. Ve şimdi  tekrar kendini gene Yahudi dinine döndürmüştür. Çünkü Hıristiyan, ta başlangıçta  teori yapan Yahudi’dir. Bundan ötürü, Yahudi pratik Hıristiyan, pratik Hıristiyan ise Yahudi’den daha Yahudi’dir. Hıristiyanlık ancak görünüşte gerçek Yahudilik’e  üstünlük kazandı. Hıristiyanlık ham, maddeci ihtiyaçları sadece insanlığa yabancı  madde köklerine kadar yükseltebilecek güçte ruhaniliği olan bir dindir. Hıristiyanlık, Yahudi dininin en yüksek fikridir; Yahudilik ise Hıristiyanlığın günlük hayattaki pratik uygulanışıdır.” Marx bu başlıktan devam ediyor: “Yahudi kendi özgürlüğünü, yalnız Yahudi usulü ile sadece para gücü ile gerçekleştirmiş olmakla  kalmıyor; bu, paranın Yahudili veya Yahudisiz bir dünya gücü haline gelmesi sayesinde, Yahudi kafasının Hıristiyan ulusların günlük kafası haline gelmesiyle  gerçekleşmiş bulunuyor.”  

Şimdi yukarıdaki pasajlarda bir de “kefere düşmanı Marx” imgesi mi gözlerimizin  önüne gelmektedir; yoksa “olgun Marks”ın da başka kavramlarla sürdüreceği  keskin eleştiri oklarını burjuva uygarlığı üzerine yağdıran bir Marks’tan mı söz  ediyoruz? Tarif edilen kapitalizm eleştirilerine bugün itiraz edebilecek bir “olgun  Marksist” tanıyor musunuz? Belki, “sorunun çözümünü koyamamış ama” diyenlerimiz olabilir? Haklıdır, ama 26 yaşında bir gençten bahsettiğinin farkında mıdır?  Peki, Marx’ın verdiği yöntemi kullanarak ve kimseden korkmadan açıkça soralım:  “Sermayesi sahibi, finans sermayede özellikle etkili, tefecilik yapıp faiz alan, elmas  piyasasını elinde tutan, hali vakti yerinde Yahudi” imgesi çağlar boyunca sadece  ve sadece başka dinlerin, faşistlerin, şeriatçı Müslümanların, anti-semitik solcuların eseri mi? Bunu nedeni olarak akla gelen makul ilk açıklama olan anti semitizm, size de yetersiz, idealist gelmiyor mu? “Dünyamızın gerçek Yahudisi’ne,  günlük hayatın Yahudisi’ne” bugün baktığımızda ne görüyoruz? Bu konumda temelli bir değişiklik olmadığı gibi, Yahudi artik İsrail’in vatandaşıdır aynı zamanda.  

Türkiye’de de polis kesinlikle adam öldürüp kol kırmaktadır ama Türklerin çoğu  için Yahudi, kendisine saldıran bir polis gördüğünde, ona nerede olmadığını hatırlattığı İsrail’in tebaasıdır: “Burası Türkiye, İsrail değil!” Kesinlikle dünyada İsrail gibi  devlet terörü uygulayan bir sürü başka yer de vardır. Ama bu sloganın atılıyor  olması, sloganı atanlar arasında faşistlerin de olması durumu, İsrail’in apaçık  terörünü açıklamaz ve aklamaz. Bir şeyler yapılmaktadır ki, birileri böyle söylemektedirler. Bu sloganı atmalarının nedeni, faşistlikleri değildir. İsrail’le zulüm,  buna zemin hazırlayan Siyonizm’le İsrail arasındaki ilişkiyi ortaya koyup bunu  değiştiremezsek, kimsenin İsrail’e faydası olmaz. Hemen su sorulacaktır: “Her  polis kol kırdığı halde neden akla hemen İsrail gelmektedir; İsrail’den Yahudi’ye  geçiş neden bu kadar kolay olmaktadır?” Bize soranlara, biz de soruyoruz, neden? Biz düşünüyoruz ve verdiğimiz cevaplar var. Sizin var mı? Marx’ın asıl  derdini, Cem Özatalay tarafından da alıntılanan ifadelerin başka kategorilerle  ilişkisini anlattıktan sonra artık sormakta bir beis yok: Batı’da ve hatta bizde, Müslümanların otoriter, ataerkil kişiler olduğunu söylemek bilimsel tespit oluyor da,  Marx’ın “Yahudi’nin dünyadaki ibadetinin bezirgânlık” olduğunu veciz şekilde anlatması neden anti-semitizm oluyor? Marx, “Yahudilik’in toplumsal kurtuluşu,  toplumun Yahudilikten kurtulması demektir” dediğinde, derdinin Yahudi’ye karşı  çıkmak olduğunu söylemek, Hrant Dink’e “Türk’ten boşalan o kirli kanın yerin  dolduracak temiz kan” sözü dolayısıyla TCK 301. maddeden hapis cezası veren  hâkimin sahip olduğu zihniyet dünyasının bir benzerine sahip olmak gibi anlaşılmaz mı?  

Yukarıda açıkladığımız şekilde, buradaki Yahudi, sembolik bir anlatımla Hıristiyan,  Hıristiyan da modern burjuvadır. Ve bunların hepsi kişi değil, zihniyet, sistemdir. Marx’ın ortadan kaldırmak istediği Yahudi değil, burjuva uygarlığıdır. Marx’ın üslubu yerine, yazdıklarını tartışmamız daha doğru olmaz mı? Kürdistan’da uygulanmaya çalışılan “şükürcülük” politikasına, köpekleştirmeye, makarna-kömür diyalektiğine karşı çıkıyoruz diye İslam düşmanı mı oluyoruz yani? Marx, “Şu halde  biz, Yahudi dininde, genel olarak anti-sosyal bir unsur görüyoruz. Bu, Yahudilerin  isteyerek katıldığı tarihi bir gelişme sayesinde bugünkü gücüne ulaşmıştır” dediğinde, Yahudiliğin orijinal yazılı dini kaynakları itibariyle bir ulus dini olması  gerçeğini anlatmış olmuyor mu? Yahudiler, kendi dinlerini sadece İsrailogulları’na  indirilmiş kabul etmiyorlar mı? Bu, İslam’ın ve Hıristiyanlığın temel evrensel mesajlarının aksi bir durum değil mi? Yahudilerin bin yıllar boyunca varlıklarını sürdürürken kimsiyle karışmamalarında bunun da bir etkisi yok mu? Bunları ifade etmek ve  tartışmak anti-semitizm değil, bilimdir ve Marx’ın yaptığı da budur.  

Çocukluğunda bir toplama kampından sağ çıkmayı başardıktan sonra, yaşamını  Yahudi dininin açmazlarını ve İsrail politikalarını eleştirmeye adayan eserler yazarak tamamlayan İsrailli aydın Israel Sahak, bir kitabında, “Kendisinin yaşamının  hiçbir döneminde Marksizm’e sempati duymadığını, ama Marx’ın Yahudiliğin özü  konusunda yazdıklarının son derece açıklayıcı olduğunu kabul etmek durumunda  olduğunu” belirtiyor. Kemalist laikliğin bir parçası olmadığımızdan, Turan Dursun’un İslam dini konusunda yazdıklarını bir politika nesnesi yapmıyoruz. Unutmayalım, Turan Dursun öldürülmeden önce Diyanet’teki eski arkadaşları kendisini  arayıp, “Hocam, senin görüşlerin bir yana ama falanca konudaki gerçekler, olgular  nelerdir” diye danışıyorlardı. Devrimci politika yapacağız diye insanlarımızın dinlerine saldırmıyoruz ama Turan Dursun tarafından açıklanan gerçekler, bir din düşmanının hezeyanları değildi herhalde. Zaten bu yüzden öldürüldü. Burada bilinen  ama çok ilginç bir ilişkiyi de dikkat çekmek yerinde olacaktır. Başta da söylemiştik,  anti-semitizm çağlar boyunca etkili olmuş bir akımdir. Esas olarak Batı dünyasının,  Hıristiyanların icadıdır ama İsrail’in kuruluşundan itibaren İslam coğrafyasında da  güçlenmiştir. Müslüman anti-semitiklerin en net tariflerinden birisi, “Yahudilerin  ardı arkası kesilmeyen komploları ise, hemen ardından gelen en büyük komplo  tarifi Marksizmdir. Müslüman anti-semitikler, Marx’ın babasının Yahudi olmasından yola çıkarak, Yahudiliğin İslam’a dönük en büyük saldırısının Marksizm üzerinden planlandığını söylerler. Siyonistler ise, Marx’ın da Yahudi Sorunu üzerine  yazdıkları nedeniyle dönemin anti-semitizm akımının bir üyesi olduğunu, Marx’ın  Almanya’da Almanca yazdıklarının Hitler’e zemin hazırladığını iddia ederler. Böylelikle, her iki akımın kendisine nirengi noktası olarak aldığı nokta, ilginç bir şekilde  Marx olur. Bu durum, dikkate değerdir ve Siyonizm’le anti-setimizmin bir madalyonun iki yüzü olduğu şeklindeki temel savı doğrular. Marx, milliyetçiliğe, dinlere ve  burjuva devlete prim vermeyen evrensel kardeşleşme projesiyle, hem daha sonra  Siyonizm’e temel oluşturacak Yahudiliğin özünü ortaya koymuş ve eleştirmiş, hem  de farklı dinlerin bir arada yaşayacağı emekçi temeli göstermiştir.

Onun için, binlerce yıl öncesinden gelen feodal üstyapı algılarının güncel uzantıları, sözbirliği etmişçesine Marx’a saldırıda birleşmektedirler. Bunu kavrayamayıp,  bu saldırıyı hatırlatacak pozisyonlara çekilmek doğru olmamıştır. Dikkatli bir okumanın, Marks’tan Vakit Gazetesi yazarı, Hitler’e teşekkür eden dinci belediye başkanı çıkmayacağını görmesi gerekirdi… Bu kitap nedeniyle Marx’a yönetilen anti-semitizm eleştirisi, solcularımızın Marx’ın ne demek istediğini anlama problemin den ziyade, egemen “demokrat” akıl tarafından esir alınmış bir sol hareketimiz olduğundan ötürü, ciddiye alınmaktadır. Orhan Gökdemir’in yazısında alıntıladığı  bölümler, ortalama her solcuda ilk okuduğunda “dehşet” uyandırmakta, bunları  Marx’ın nasıl söylemiş olduğuna dair bir hayret nidası boğazlarda düğümlenmektedir. Örnekse, Marx’ın neredeyse tüm eserleri internet ortamında bulunabildiği  halde, ben bu yazıyı yazarken ısrarla aramama rağmen, Yahudi Sorunu üzerine  adli kitaba rastlayamadım. Yani bu konuda Cem Özatalay’ın dediğinin tam tersi  söz konusudur. Marksistler bu konuda Marx’ı savunmakta utangaçtırlar. Sol  Yayınları’nın daha sonraki baskılarında da Marx’ın açıklamalarını “izaha” çalışan  bir çevirmen dipnotu mevcuttur. Buna, az ve eksik okumak da alışkanlığımız da  eklenince, böyle yanlış anlamalar ve anlatmalar ortaya çıkabilmektedir.  

Olgusal bazı düzeltmeler

Cem Özatalay’ın, “Sol içindeki anti-siyonist Ortadoğucu eğilimi” tarif ve mahkûm ederken yaptığı olgusal hatalar da var. Arkadaşımız, “anti-siyonist Ortadoğucu eğilimin, bir ana politika ekseni olarak sol içinde belirginlik kazanmasının, sol güçlerin bölgede fiilen bulunduğu 1970’lerde  değil, bölgede artık bulunmadığı 1990 sonrası döneme rastladığını” belirtiyor. Ona  göre bunun nedeni, tanınmayan, ilişki içinde olunmayan “dış düşman İsrail’in şeytanlaştırılması” için daha uygun bir ortam olması. Bu da, “ırkçı ve faşist siyasal  hareketlerin, kitle tabanı yaratmak için hep dışarıdaki, temas mesafesinde olmayan düşmana işaret etmesine” benziyor. “Doğrudan temasın olmaması şeytan  imgesini güçlendirmeyi kolaylaştırdığı gibi, şeytanla özdeşleştirilen küçük azınlık  topluluklarının hedef haline getirilmesini de kolaylaştırır.” Ünlü fıkrada anlatıldığı  gibi, “Biz bunun neresini düzeltelim: Kızı değil oğlu, Muaviye değil Ali, Kufe’de  değil Kerbela’da, kılıçla değil okla…”  

Öncelikle şu söylenmeli ki, devrimcilerin Filistin’de bulunduğu, İsrail’e saldırılar  yaptığı, katledildiği, Filistinli devrimci örgütlerle işbirlikleri gerçekleştirdikleri 1970  ve 80’li yıllarda da hayli güçlü bir anti-siyonist eğilim vardı. Bizim kuşağımız bunu  gözleyemediği için farkında değiliz. İsrail 1982’de Beyrut’u kuşattığında, direnişe  Türk ve Kürt örgütlerinden oluşan üç kişilik bir ortak komite yönetiminde yaklaşık  500 Türkiyeli devrimci katılmıştı. Devrimci hareketimiz, o yıllarda doğrudan İsrail’le  savaşıyordu. Herhalde, birisi size ateş ederken, size yardım eden dostlarınızı  öldürürken ona karşı tepkiniz onunla ilişkinizin zayıfladığı yıllara göre çok daha  yoğun olacaktır. O yıllarda da anti-siyonizm eleştiriliyor, eylemler yapılıyor, Habbas’in (mekânı cennet olsun inşallah) “Ortadoğu Devrimci Çemberi Tezleri”  tartışılıyordu. İsrail ve Siyonizm bize o zaman da, şimdi de uzak değil…  

Ama her ne olursa olsun, Siyonizm’i eleştiren solcuları (anti-semitiklere solcu  dememiz mümkün değildir) tanımlarken, “ırkçı ve faşist siyasal hareketlerin kitle  tabanı yaratması benzeri” ifadeler kullanmak son derece talihsiz olmuştur. Orhan  Gökdemir dostumuz da, Suat Parlar da anti-semitik değildirler ve kendi alanların da devrimci harekete ciddi düşünsel katkı koyma çabaları olan yazarlardır. Suat  Parlar kitabında, Ortadoğu’nun tarihi halklarını anlatırken, Yahudilerden bahsetmiyorsa, Kürt Özgürlük Hareketi’ni konu edinmiyorsa (bu yazıyı hazırlarken kitabı  bulamadığımdan bakma şansım olmadı) yanlış yapmıştır. Çünkü İbrahim peygamberden beri Yahudiler Ortadoğu’nun bir gerçekliğidir. Orhan Gökdemir, Doğu-Batı ilişkilerini anlamada özgün çalışmaları olan bir fikir adamıdır. Eleştirebiliriz,  beğenmeyebiliriz ama her ikisine de anti-semitik diyemeyiz. Soldan hiç kimse,  “Yalçın Küçük öncülüğünde kripto Yahudi tespit ve ifşa etme çalışmasına” girişmemiştir. Girişenler solcu, hele hele devrimci hiç değildir. Özatalay’ın bahsettiği şekilde, “Marksist olma iddiasındaki bir kişinin, sosyalizmle yakından uzaktan  ilişkisi olmayan bir takım gerici ulus-devletlerin birliğini ve bütünlüğünü bu denli  dert etmesinin” kendince nedenleri olabilir. Çünkü Türkiye, sosyalizmle yakından  uzaktan ilişkisi olmayan Avrupa Birliği’ni dert eden, Marksist olma iddiasındaki  kişilerle doludur. Ayrıca, biz de beğenmiyoruz ama Mısır’ın, Suriye’nin, Libya’nın,  Irak’ın, Cezayir’in, Yemen’in geçmişte sosyalizmle değişik düzlemlerdeki ilişkisi  Avrupa’dan çok daha fazla olmuştur. Yani bunlar tartışmalı konulardır ama kimseyi kolay kolay anti-semitik yapmaz.  

Sonuç olarak

Siyonizm, emperyalizm tarafından oluşturulmuş, desteklenmiş,  devletleştirilmiş, korunmuş resmi Yahudi milliyetçiliğidir. Tüm dünyadaki Yahudilerin tamamına yakını tarafından desteklenmektedir. Siyonizm lanetlenmeli, politik  olarak eleştiri konusu yapılmalıdır. Hedef Yahudiler değil, Siyonistler olmalıdır. Siyonizm, BM Genel Kurulu’nun 1975’te büyük çoğunlukla aldığı karara göre ırkçılık  olarak tanımlanmıştır. Siyonizm tarafından kurulan İsrail, Yahudi şeriatına göre  yönetilen, ırkçı, işgalci, gayri meşru bir devlettir, yıkılmalıdır. İsrail’in meşruiyetini  ve varlığını tartışmak anti-semitizm anlamına gelmez. İsrail’i gayri meşru ilan etmek Yahudi dinini ve ona inananları gayri meşru hale getirmeyeceği gibi, Yahudileri denize sürmeyi de önermez. Anti-semitizm Hıristiyan dünyasının icadıdır ve  Siyonizm devletleşene kadar İslam dünyasındaki etki alanı çok kısıtlıdır. Anti-semitizmin tüm dünyada yaygınlaşmasının temel sorumlusu, emperyalizm, Siyonistler ve İsrail devlet politikalarıdır. Bu gerçek, devrimci İsrailliler tarafından da  son yıllarda giderek artan bir kaygıyla dile getirilmektedir. Marksistler ve devrimciler, tüm dünyada, halkların, dinlerin, cinslerin, mezheplerin eşitliğini, ezilmemeleri  gerektiğini ne kadar savunurlarsa, Yahudilere yönelik ırkçılığa da o tutarlılıkla  karşı çıkmışlardır ve çıkmaya devam edeceklerdir.

Kaynak: Nisan Köprüsü