Yapay zeka ve Kültür Devrimi

“Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür.”

İbrahim Kaypakkaya

İçinde yaşadığımız zamanın, yani son yirmi yılın, yapay zekâ çağı olduğu iddia ediliyor. Bu tanımlamaya göre kapitalizmin bazı özelliklerinin ciddi değişimler gösterdiğinden, bu değişimin başlıca sonuçlarından biri olarak makineleşmenin canlı emeğin yerini alabileceğinden ya da tamamıyla yerini almasa bile canlı emeğin payının sermaye dolaşımında önemli ölçüde azalabileceğinden yaygın olarak bahsediliyor. Makineleşme sadece bu çağda gündemimize girmedi elbette; kapitalizmin başından itibaren, sermaye-emek döngüsünün neredeyse her aşamasında makinelere yer vardı. Buna rağmen makinelerin tıpkı canlı emek gibi otonom hareket etmesinin, dış müdahale olmadan kendi kendine yeter şekilde işlerlik kazanabilmesinin sadece son yirmi yıla özgü olduğu düşünülüyor. Bu nedenle tıpkı insan zekâsı gibi makinelerin de artık bir tür zekâya sahip olmasından ve tıpkı canlı emek gibi “bilinç” içermesinden ötürü “yapay zekâ” tanımı yapılıyor.

Bir çağı bir üretim tarzı ve onun iç ayrımları ile tanımlamak, sosyalistleri ilgilendirdiği gibi günümüz egemenleri olan kapitalistleri de alakadar ediyor. Örneğin tarihin veya sosyolojinin disiplin sahasına giren akademik yazında üretim tarzlarına ve onların iç ayrımlarına göre isimlendirme yapılmayabiliyor. Örneğin bazı savaşların tarihi, İsa’nın doğuşu veya göçler, tarihsel kesitleri isimlendirmekte kullanılabilirken; sosyalistlerin yaygın eğilimi köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ayrımları oluyor. İçinde yaşanılan çağı ve öncesini bir üretim tarzı ile sınıflandırmak sosyalistleri onu yıkmak için ilgilendiriyorsa; hâkim sınıfları da onu korumak açısından ilgilendiriyor. Sosyalistler, kapitalist üretim tarzını iyi bilmelidirler; onu yıkmak ve yerine başka bir üretim tarzını getirmek için tüm iç ayrımlara, işleyişe ve bu üretim tarzının tarih boyunca gösterdiği değişimlere hâkim olmak zorundadırlar. Burjuvazi de kendi sınıfsal çıkarlarını korumak için, belki sosyalistlerden içerik ve amaç olarak farklı ama konu başlığı olarak aynı hususları bilmek ve ona göre davranmak mecburiyetindedir.

Bu nedenle sermaye fraksiyonları son 20 yıldır sık sık yapay zekâ propagandası yapıyor. Fabrikaların ve çeşitli üretim sektörlerinin işleyiş sitemlerini yapay zekâya göre değiştirdikleri, gelecek planlarında yapay zekâyı dikkate aldıklarını, inovasyonlarını, eğitim sistemlerini ve araştırma projelerini yapay zekâya göre kurguladıklarını ifade ediyorlar. Yapay zekâ, sermaye fraksiyonları arasında bile rekabet unsuru olmuş durumdadır. Kim yapay zekâyı daha çok önemser ve planlamasını buna göre yaparsa, gelecekte pastanın büyük payı ona gidecektir. Sosyalistler de kapitalistlere ikincil olarak yapay zekâyı ona muhalefet şerhi düşerek kendi meşreplerince analiz ediyorlar. Son yıllarda gerek küresel ölçekte gerekse Türkiye’de yapay zekâya ilişkin incelemeler ve yazılar artış göstermektedir.

Hem sosyalistlerin hem de egemen sınıfların ortaklaştığı ilk husus, içinde yaşadığımız dünyanın hâkim üretim tarzının isminin kapitalizm olduğudur. İngiltere’de kırsal nüfusun zor yoluyla çiftliklerinden çıkartılıp emek gücünü satmaya zorlandıkları zamandan beri, kapitalist üretim tarzı varlığını sürdürüyor. Bu üretim tarzı, yaklaşık 300 yıldır, giderek dünyanın her yerine yayıldı. Önceleri hâkim üretim tarzının kapitalizm olduğu ve başka bezirgân tarzların kapitalizmle bütünleşik biçimde varlık bulduğu söylenirdi. Artık dünyanın en ücra noktalarına dahi kapitalizm sızmış ve hiçbir bileşene ihtiyaç duymayan tek üretim tarzı olmuş durumdadır.

Yine sosyalistlerin ve egemen sınıfların ortaklaştığı ikinci husus ise kapitalizmin çeşitli aşamalardan geçtiği ve değiştiğidir. Kapitalizmin yapısal analizi 19. yüzyılda Marks ve Engels tarafından yapılmıştır; bu külliyatı kurucu metinler olarak algılamak verimli olacaktır. 20. yüzyıl başında, Marx’ın birincil külliyatının üzerine emperyalizm teorileri eklenmiştir. Emperyalizm teorileri, esasında kapitalizmin geçirdiği dönüşümler üzerine olan metinlerdir. Her ne kadar bu teoriler görünüşte devletlerarası savaşları, sömürgecilik sorununu, ulus tartışmalarını ele alıyorlarsa da kuramlara dayanak olan noktalar hep iktisadi teorilerdir. Yani emperyalizmin kökenlerini ve özelliklerini açıklamak üzerine yazılmış eserler aynı zamanda kapitalizmin gelişimini analiz eden teorilerin parçası olmuştur. Kitapların isimleri bile durumu açıklamak için yeterli oluyor; Rudolf Hilferding’in Finans Kapital (1910), Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi (1913)  ve Nikolay Buharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (1916) kitapları, büyük ölçüde kapitalizmin geçirdiği dönüşümü irdeler.

Yazılmasından bir asır sonra bile adından söz ettiren Lenin’in eseri Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabı da 1916 yılında yazılmıştır ve aynı düşünce dalgasının ürünüdür. Lenin bu kitapta görüşlerinin özetini ifade etmek niyetiyle, “emperyalizmin kısa tanımını yapmak gerekseydi onun kapitalizmin tekelci aşaması olduğu söylemek zorunda kalınacağını” söyler. Lenin, içine girilen 20. yüzyılda kapitalist üretim tarzı içinde eskisine göre çok belirgin bir aşama farkı olduğunu ilan eder. Bunun nedeni üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının tekelleri belirleyici role taşıması ve banka sermayesi ile endüstriyel sermayenin bütünleşerek finans kapitali ortaya çıkarmasıdır. Böylece meta ihracının yerini sermaye ihracı almakta ve dünyayı aralarında paylaşan tekeller/tröstler meydana gelmektedir.

Marksist literatür, biraz da Lenin’e olan sadakatin ve güvenin etkisiyle kapitalist üretim tarzı içindeki değişimleri irdelemeye oldukça yatkındır. Bolşevikler finans kapitalin uluslararası hale gelmesini, tekelleri ortaya çıkarmasını ve bu zincirin Avrupa dışından kırılabileceğini teorik ve politik olarak göstermişler; bu sayede Marksizm’in devrimcileşmesi mümkün olmuştur. Kapitalist üretim tarzının geldiği yeni aşamanın doğru ele alınması bir devrimi ve ardından gelecek devrimsel silsileyi yaratmıştır.

Sanayi Devrimleri

Dolayısıyla 20. yüzyıl ve 21. yüzyıl boyunca da kapitalizmin değiştiğini, farklı bir aşamaya geldiği söylemek dar-Marksizm’de bile kabul edilen bir süreçtir. Burjuva literatürde sık olarak Sanayi 1.0, Sanayi 2.0, Sanayi 3.0 ve son olarak da Sanayi 4.0 terimleri kullanılıyor. Bu sınıflamaya eş anlamlı olarak da Sanayi kelimesinin yerine Endüstri sözcüğü kullanılarak Endüstri 1.0, Endüstri 2.0 vb denilebiliyor. Yine 1.0, 2.0 gibi nümerik sınıflama yerine Birinci Sanayi Devrimi, İkinci Sanayi Devrimi tamlamalarıyla karşılaşmak da mümkün. Burjuva literatürdeki kullanımdan kısaca bahsetmek gerekirse

1. Sanayi Devrimi: İlk dokuma tezgâhının üretilmesiyle bu çağ başlasa da, devrim kelimesinin asıl kullanılmasını sağlayan şey buhar enerjili makinelerin devreye girmesidir. 18. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başlangıcına kadar geçen bu zaman diliminde su ve buhar gücüyle manifaktürden makineli üretime geçilmiş ve kitlesel üretim başlamıştır. Demir-çelik ve tekstil sektörü çağın dominant sektörleridir. Meta ihracının üçüncü dünya ülkelerine doğru olması manifaktür döneminin sömürgeci geleneklerinin benzer biçimde sürmesini sağlamıştır.

2. Sanayi Devrimi: Bu devrimi niteleyen şeyler büyük ölçekli fabrikalar ve bant sistemidir. Buhar ve su gücü yerine elektrik enerjisi kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem, teknoloji devrimi olarak da adlandırılmaktadır. Fizik ve kimya alanındaki büyük gelişmeler doğrudan endüstriyel alana aktarılmıştır. Henry Ford’un mezbahalardaki bant sistemini otomobil üretmek için fabrikada kullanmasıyla üretimin verimliliği artmıştır. Üretim kitleselleşirken işçiye de bant başında kompleks olmayan hareketleri tekrarlamak düşmüştür. Burjuva iktisadında bu döneme ait isimlendirmelerden biri olan Fordizm terimi de buradan gelmektedir.

3. Sanayi Devrimi: Bu dönem, bant sisteminin yani büyük ölçekli fabrikaların üretimin sınırına gelmiş olmasıyla karakterizedir. 1970’li yıllardan beri bilgisayarların üretimde kullanılmaya başlaması Endüstri 3.0 için kilit noktadır. Elektronik sistemlerin ve bilgi teknolojilerinin ilerlemesiyle, programlanabilir deneyim aygıtlarıyla üretimin otomasyonu sağlanmıştır. Robotik çağın bu devrim ile başladığını öne sürmek doğru olacaktır. Yine burjuva iktisadında bu döneme ait isimlendirmelerden biri olan Toyotizm terimi de esnek üretim ve büyük ölçekli fabrikaların dağılması ile ilişkilidir.

4. Sanayi Devrimi: İçinde bulunduğumuz çağın bilgi ve elektronik çağından başka bir döneme, Dördüncü Sanayi Devrimi’ne tekabül edebileceği fikrini ilk olarak 2011 yılında Almanya’da Hannover Fuarı’nda Bosch Şirketi ortaya atmıştır. Bu tespit geçtiğimiz sekiz yıl içinde genel kabul görmüş ve birçok yerde açıkça kullanılmaya başlanmıştır. Çağımızı bilgi ve elektronik çağından ayıran şey siber-fiziksel sistemlerdir. Yani fiziksel sistemlerin sanal bir kopyası oluşturulmakta ve bu yeti üretime otonom aktivite kazandırmaktadır. Fiziksel olarak depolanamayacak ölçüde büyük veri yığınları gölge sistemlerde saklanmakta, nesnelerin interneti ile siber-fiziksel sistemler birbirleriyle ve insanlarla gerçek zamanlı olarak iletişime geçerek entegrasyon sağlamaktadır. Hizmetlerin internetiyle hem iç hem de çapraz ağsal hizmetler sunulacak ve değeri kullanıcılar biçecektir.

4. Sanayi Devrimi aynı zamanda yapay zekâ çağı olarak da adlandırılmaktadır. Bu tanımlamaya göre, içinde bulunduğumuz çağın temel misyonu sadece siber-fiziksel sistemler değildir; insan gücünü fiziksel dünyadan beyinsel düzeye doğru sıçratmaktır. Yani fiziksel sistemlerin sanal kopyalarını oluşturmak sadece ilk görevdir, bundan sonra sanal kopyalar önceden kendilerine verilmiş kodlarla otonom çalışmakla kalmayacaklar, beyinsel/zihinsel enerjiyi de içlerinde taşıyacaklardır. Büyük şirketler, gelecek planlamalarını Dördüncü Sanayi Devrimi’nin bu iki göreve göre yapmaktadırlar.

***

Dikkat edilecek olursa, burjuva literatürdeki bu ayrımlar sadece teknolojik gelişmeleri referans almaktadır. Ne emek gücü ve emek gücünün sunumu ne de sermayenin değişimi bu sınıflama içinde yer almamıştır. Bir örnek vermek niyetiyle yazının başında bahsettiğimiz Lenin’e dönelim. Lenin üretimin ve emeğin yoğunlaşmasından ve bunun sonucu olarak da tekellerin ve finans kapitalin meydana geldiğinden bahsetmişti. Bu tespitler burjuva sınıflama içinde hangi döneme tekabül etmektedir? Zamansal bağlamı gözetildiğinde, bahsedilen zaman buharlı üretim çağının sonuna ve İkinci Sanayi Devrimi’nin ön günlerine rast gelmektedir. Yani Lenin’in kritik tespitleri yukarıdaki dönemsel ayrımlarda kendine yer bile bulamamaktadır. Sonuçta, dönemsel ayrımları ilan ederken neyin referans alındığı çok önemlidir. Eğer emek gücü, üretimin yoğunlaşması veya sermayenin geçirdiği değişimler dikkate alınacak olursa yukarıdaki burjuva sınıflandırma yetersiz kalacaktır. Sanayi devrimlerini dört aşama şeklinde ele almak, sadece teknolojik gelişmeleri kronolojik olarak sıralayan ve emek gücünün değişimini dikkate almayan düz ve verimsiz bir sıralama şeklidir.

Farklı sınıflamalar

Mehmet Yılmazer, sanayi devrimlerini sayılar ile nitelemenin bir moda olduğunu düşünüyor ve yerine sermaye ile ücretli emeğin ve özellikle de emeğin ücretli emek adı altında metalaşmasından beri geçirdiği dönüşümleri incelemenin faydalı olacağını belirtiyor.[1] Yılmazer, ücretli emeğin iki büyük dönüşüm geçirdiğini ve bu iki dönüşümün üç döneme yol açtığını düşünüyor. Bunlardan ilki üretimin henüz atölyelerde veya evlerde yapıldığı manifaktür dönemidir. 18. yüzyılın sonlarına kadar devam eden bu dönemin ertesinde fabrika kapitalizmi yılları gelir. İşte yukarıda bahsettiğimiz buhar enerjisi de, atölyelerden fabrikaya geçiş sağlayan devasa makineler de ve nihayet bant sistemi de bu dönem içinde değerlendirilebilir. İşçi sınıfının talepleri bu yıllar içerisinde olgunlaşmış ve teknolojik gelişmelerin de yardımıyla iş günü saatleri geriletilmiştir.

Yılmazer, günümüzdeki değişimleri asıl ilgilendiren dönüşümün tarihini 1970’lerin sonu olarak ifade ediyor. Sanayi devrimleri sınıflamasında Endüstri 3.0’a tekabül eden bu dönemin informatik çağı veya bilgi-hizmet kapitalizmi olarak adlandırılabileceğini açıklıyor. Sonuçta Yılmazer hem teknolojik gelişmeleri hem de emek gücünün dönüşümünü dikkate alarak manifaktür dönemi-fabrika kapitalizmi-bilgi/hizmet kapitalizmi ayrımlarını yapıyor. Buna göre bilgi hizmet kapitalizmi hem Endüstri 3.0’ı hem de Endüstri 4.0’ı kapsıyor. Bilgi-hizmet kapitalizminin karakteristik özelliklerini imalat ve ağır sanayiden bilgi-hizmet alanına kayış, esnek çalışma ve robotik üretim teknikleriyle yeni tipte metaların yaratılması oluşturuyor.

Yine Sungur Savran da konuyla ilgili kitapları ve yazılarında sadece teknolojik gelişmeleri baz alan tahlillere karşı çıkıyor. Marksizm ve Sınıflar isimli derleme kitaptaki ve Devrimci Marksizm Dergisi’ndeki ayrıntılı yazılarında, Fordist Dönem nitelemesini uygun bulmadığını söylüyor. Onun yerine kapitalizmin tarihinin emek gücünün disipline edilmesi tarihi olduğunu ve Fordist bant sisteminin de güçlendirilmiş bir Taylorizm olduğunu söylüyor. Taylorizm, işçinin hangi tempoda çalışacağını, hangi konularda bilgi birikimine sahip olup hangi konuda olamayacağını, iş yaşantısı içindeki ilişkileri düzenleyen bir sistemdir, öteki adı da bilimsel iş yönetimidir. Esasında bu ilkelerin hepsi üretim faaliyetinin hâkimiyetini tamamıyla sermaye sınıfına veren bir sistemin verimliliğini maksimum seviyeye çıkarmak için planlanmıştır. Sungur Savran yazısında, kapitalizmin geçirdiği bütün dönüşümlerin izini Taylorizm’de arar ve emek gücünün geçirdiği dönüşümün Post-Fordizm, esnek üretim, Toyotizm gibi isimlerle anılmasını sakıncalı bulur. Savran’a göre günümüzde emek gücünün disipline edilmesini sağlayan unsurlar elbette değişmiştir; ancak temel ilkeler Taylorizm’dekilerle tamamıyla aynıdır. Dolayısıyla esnek üretim veya başka isimlerle açıklanmaya çalışılan bu sisteme Taylorizm’in en yüksek aşaması ismini vermek uygun düşecektir.[2]

Sonuçta birbirleriyle örtüşmeyen dönem analizleri ile karşı karşıyayız. İlki burjuva iktisatçıların da kullandığı sadece teknolojik gelişmeleri dikkate alan Endüstri 1.0, 2.0, 3.0, 4.0 devirleri, ikincisi Yılmazer’in emek gücü ve sermaye ilişkisine göre yaptığı manifaktür, fabrika, bilgi-hizmet ayrımları ve üçüncü olarak Savran’ın manifaktür dönemi ardından gelen, üretim faaliyetlerini dönemleştirdiği ve iş gücünün disipline edilmesine dayanan Taylorizm aşamaları. Ayrıca otonom literatürün duygulanımsal emek, maddi olmayan emek, öznellik üretimi kavramları ile kadın hareketinin ücretsiz ev içi emek tespitleri eleştiriler arasına eklenmelidir. Tüm farklılıklara ve çelişkilere rağmen, bütün farklı analizlerin de bu üç sınıflama içinde değerlendirilebileceği kanaatindeyiz.

Zekânın yapay olarak elde edilmesi mümkün müdür?

Yapay Zeka olarak isimlendirilen çağ ise, teknolojik sınıflandırmada Endüstri 4.0’a, Yılmazer’in sınıflandırmasında bilgi-hizmet çağına, Savran’ın analizlerinde ise büyük ölçüde Taylorizm’in en yüksek aşamasına denk gelmektedir. Bu metnin savunusu, yapay zekâ diye isimlendirilmeye çalışılan dönemde, kapitalist üretim tarzının temel dinamiklerinin aynı şekilde sürdüğü, değer yaratan başlıca şeyin emek gücü olmaya devam ettiği, yaşanan değişiminin önemli bir teknolojik ilerleme olduğudur. Bahsedilen teknik ilerleme Yılmazer’in sınıflamasında olduğu gibi, 1970’li yıllarda başlayan bilgi-hizmet kapitalizmi dönemi içerisindedir ve fabrika sisteminin terk edilmesiyle koşut yürümektedir. Savran’ın Taylorizm-Esnek üretim arasına koyduğu aşamalı süreklilik ilişkisi, fabrika kapitalizmi ile bilgi-hizmet kapitalizmi arasında bulunmamakta; ancak bilgi-hizmet kapitalizmi ile yapay zekâ arasında aşamalı bir süreklilik ilişkisi bulunmaktadır. Nihayet yapay zekâ, enformatik kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.

Bu noktada ilk soyutlama düzlemi tüm bu farklı değerlendirmeye tabi tutulan aşamaları ile birlikte hala yıkılmadan ayakta durabilen üretim tarzının kapitalizm olup olmadığıdır. Yani kapitalizm, bilgi-hizmet kapitalizmi dönemi veya enformatik çağ ile hayatını tamamlayıp, farklı bir üretim tarzına dönüşmüş olabilir mi? Nesnelerin ve hizmetlerin interneti, sibernetik gölge depolama teknolojisi, canlı emeğin payını azaltmakla kalmayıp emek gücünün ücret karşılığında ve özgür formda kapitaliste satılmasının sonunu mu getirdi? Sibernetik çağ, adı üstünde gölge ve depolama teknolojileriyle ve otonom işletimi sayesinde tıpkı emek gücü gibi değer üretmeye başladı mı? Otonomcu literatürün çeyrek asırdır yaptığı maddi olmayan emek vurgusu, yapay zekâ çağı ile nihayet maddi olmamakla kalmayıp tümüyle emek dışına çıktı mı?

Eğer siber-fiziksel sistemler tıpkı insan zihni gibi olsaydı, haydi bırakalım kendiliğinden işleyen bir zihne sahip olmayı, insan zihnini simüle etmeyi bile başarsaydı, bu soruların cevabı evet olabilirdi. Eğer bu soruların cevabı evet olursa, üretim tarzının adının kapitalizm olmayacağı, yani özgür emek formu olarak emek gücünü kapitaliste satıp sermaye-üretim döngüsünü başaran sistem olmayacağı gibi, insan soyu yeni problemlerle de karşılaşacaktır. Bir makine kendi zekâsına sahip olursa, yapay zekâ sistemiyle donatılırsa ve sonunda otonom karar verip hareket etme becerisine sahip olursa, bu yeni yaratığın çoğu özelliğinin birçok insandan üstün olacağı da pekâlâ iddia edilebilir. Benzer akıl yürütmeleri ışığında çeşitli distopik tezler ortaya atılıyor, dünyaya robotların hâkim olacağı, insanın bilindik manadaki duygusal ve fizyolojik hayatının robotların hâkimiyetinde yürüyeceği, insanın tüm zihinsel etkinliğinin makineler aracılığı ile kontrol edileceği düşünülüyor. İyimser senaryolar da yok değil, en azından insanın çözemediği iletişim, ulaşım veya gıda tedariki gibi konularda çok üstün nitelikli robotlar belki de dertlerimize çekidüzen verebilirler!

Eğer yapay zekâ gerçekten varsa, yani insan yapımı bir makine, kendi kendine çalışmasını sürdürerek zekânın tüm özelliklerini sergileyecekse, kapitalist üretim biçimi gerçekten de sona ermiş demektir. Yukarıdaki distopyalar hakkında kısaca düşünecek olursak, işçi sınıfının ve bütün ezilenlerin sermayeden kurtulması perspektifi, oldukça ham bir çizgiye dönüşecektir; zira ortada ne işçi sınıfı ne de sermaye kalacaktır.

Açıkçası böyle bir yapay zekâ çağı içinde olmadığımız gibi, böyle bir düzene yaklaştığımızın emareleri dahi yoktur. Nasıl ki manifaktür döneminde üretici güçlerin içinde bulunduğu temel alan atölye ise, ikinci dönemde bu saha fabrika olmuştur. Bilgi-hizmet çağının, enformatik çağın semptomatik aygıtı ise bilgisayarlardır. Bilgisayarlar son 20 yıl içinde, yani yapay zekâ olarak nitelenen çağ içinde, çok daha kesin ve hızlı olarak hesaplamalar yapan ve bu hesaplama gücü sayesinde ürettiği bilgiyi depolayabilen aletler haline gelmişlerdir. Bu dönüşüm şüphesiz çok kritik bir değişimdir, emek gücünün arzında ve sermayenin davranış şeklinde geri dönülmez farklılıklara yol açmıştır. Ancak bu bilgisayarlar bir insan zihni gibi işleyişten, insan zihnini aşmaktan çok uzaktadır ve halen yaklaşık beş yüz bin yıl önce üretilen ilk taş alet gibi Homo Sapiens Sapiens’e hizmet etmek için tasarlanmıştır. Marksist doktrinin anahtar görüşlerinden biri, soyutlama düzeyi olarak insanı reddetmektir. Yani Marksizme göre, kapitalist üretim tarzı, atölyelerden en gelişmiş bilgisayara kadar bütün makineler, üretim araçları kavramı etrafında soyutlanır ve sonunda insana değil bir sınıfa hizmet eder.

Şimdi de, en gelişmiş teknolojilerin nasıl olup da bir insan zihni gibi yapılanamadığına daha yakından bakalım. Bu noktada Roger Penrose’un görüşlerine başvuracağız. Penrose yapay zekâ kuramlarının dayanak aldığı hesaplama ve bilinçli düşünme için dört farklı bakış açısı olduğunu belirtir.[3]

  1. Düşünme tamamen hesaplamadan ibarettir. Bilinçli farkındalık denilen şey karmaşık hesaplamalardan oluşur
  2. Farkındalık beynin fiziksel faaliyetinin bir özelliğidir ve herhangi bir fiziksel faaliyet hesaplamaya dayanarak simüle edilebilmesine karşın, hesaplamalı simülasyon kendi başına bir farkındalık ortaya çıkarmaz.
  3. Beynin uygun fiziksel faaliyeti farkındalık uyandırır, ancak bu fiziksel faaliyet hesaplamaya dayanarak düzgün bir şekilde simüle dahi edilemez.
  4. Farkındalık fiziksel, hesaplamalı ya da diğer bilimsel kavramlar temelinde açıklanamaz.

Öncelikle D başlığında açıklanan görüşü, dinsel doktrinlerle bağlantılı olduğu ve her türlü bilimsel açıklamayı önsel olarak reddetmesi gerekçesiyle değerlendirmeye almamak uygun olacaktır. Yapay zekâ savunucuların önemli bir çoğunluğu A başlığını destekliyorlar. Elbette her bir başlığın çok farklı türleri olduğu kabul etmekle birlikte, Yapay zekânın imkânlılığını savunanlar, hesaplama faaliyetlerinde çok incelikli davranıldığında bilinçli aktivite ile özdeş bir süreç başlayacağını düşünüyorlar.

A bendini savunanlar, insanın dışarıdan görülen ve izlenebilen bütün faaliyetleri yani hareket etmesi, yemek yemesi, bir algoritma ışığında üretim faaliyetinde bulunması veya seyahat ederek bir noktaya ulaşması bilgisayarlar tarafından taklit edilebiliyorsa, pekâlâ beden içi faaliyetlerinin de taklit edilebileceğini iddia ediyorlar. Günümüzde bilgisayarlı makineler, hesaplama algoritmaları sayesinde yukarıdaki dış faaliyetlerin hepsini başarıyla yapabiliyorlar. Dolayısıyla tıpkı dış beden faaliyetleri gibi karar verme, bellek ve farkındalık süreçleri de hesaplamaya dayalı olarak yapılabilir.

Eğer bu kaba yapay zekâ savunucularını haklı bulacak olsaydık, yapay zekâ çağını 1950’lerde başlatmamız gerekirdi. Çünkü 1950 tarihli Turing Testi tam da böylesi bir hesaplamaya dayalı cihazı tespit etmek üzerine tasarlanan bir testtir. Turing Testinde, bir odada oturan sorgulayıcı, görmediği iki ayrı odadan gelen verileri değerlendirir. Bu iki ayrı odanın birinde insan diğerinde ise bir bilgisayar bulunmaktadır. Sorgulamalar neticesinde eğer insan ve makine ayırt edilebilirse, bilgisayar açısından sonuç olumsuz olarak niteleniyordu. Eğer bilgisayar ve insan, sorgulayıcı tarafından saptanamazsa, işte düşünen bilgisayar başarılmış demekti. Kaba yapay zekâ savunucuları açısından eğer tek veri hesaplanabilirlik ise, günümüzdeki karmaşık bilgisayarların 1950 tarihli Turing Testi’ne tabi tutulan cihazlardan pek de üstünlüğü olmasa gerek! Yani kaba yapay zekâ savunucuları, savundukları ilkeler nedeniyle son 20 yılı yani internet çağını değil son 70 yılı referans alıyorlar. Bu tarihsel esneme hali, kaba yapay zekânın başka bir üretim tarzını imlemekten çok kapitalist üretim tarzının iç dönüşümlerinden olduğuna dair işaretlerden yalnızca bir tanesidir.

Daha incelikli bir Yapay Zekâ savunusu için ise B başlığına bakılabilir. Bu görüş, tıpkı maddesi gibi insanın zihinsel ve fiziksel faaliyetlerinin hesaplamaya dayalı olarak gerçekleştiğini savunuyor. Hesaplamaların uygun koşullarda bilgisayar sistemleri ile taklit edilebildiğini fakat bu taklidin bir tür bilinç hali yaratmadığını iddia ediyor. Penrose, “Hem A hem de B, her ikisi de bilgisayar kontrollü bir robotun bilinçli bir insanın yaptığı gibi ikna edici bir şekilde davranabilmesine izin verir.” diyor.[4] Esasında B görüşünü savunanlar, hâlihazırda ortaya çıkmış bilgisayarlı robotların tam anlamıyla bilinçli davranmadıklarını kabul ediyorlar; fakat hesaplama sistemlerini daha da geliştirirlerse bunun mümkün olduğunu düşünüyorlar.

C görüşü ise, sadece zihinsel faaliyetlerin değil fiziksel sistemlerin bile hesaplamaya dayalı olmadığını, dolayısıyla da ne kadar incelikli olursa olsun hesaplamalı faaliyete dayanan bilgisayarlı sistemlerin ne fiziksel dünyayı ne de zihinsel edimleri taklit edemeyeceğini savunuyor. Dolayıyla C maddesine göre, anlayan ve farkındalık duygusuna sahip bir robot çağından oldukça uzaktayız. Fakat C‘yi D maddesinden ayıran temel fark, bilinçli farkındalık için uygun bilimsel sistem henüz elde edilememiş olsa da bunun yine bilim dâhilinde başarılabileceğidir.

Çağımızın basit gözleme dayalı makineleri de teorik sistemleri de C maddesini haklı çıkarmaktadır. Günümüzde insanın hesaplama ve davranma kapasitesini fersah fersah aşan robotik cihazlar çoktan üretilmiştir. İnsan gözünden çok daha iyi gören kameralar, teleskopik sistemler, sadece yapısal özellikleri değil fonksiyonları da analiz eden tıbbi görüntüleme araçları, robotik üretim teknikleri, avuç büyüklüğünde internet sistemleri artık alışıldık makineler ve araçlar arasındadır. Sanayi üretimi açısından da robotik teknolojiler, bütün üretim alanlarının %3,2’sinde kullanılmaya başlanmıştır.[5]

Sonuçta satranç oynarken insanı rahatlıkla yenebilen bir bilgisayar veya insan belleğinin kayıt altında tutması söz konusu bile olmayacak ölçüde veriyi depolayabilecek aygıtlar sıradanlaşmışken, küçük bir çocuğun basit gündelik aktivitesini dahi taklit edebilen bir cihaz henüz yoktur. Acı, sevgi veya haz gibi epifenomenal hadiselerden bahsetmiyoruz, görme alanında bir kâğıt parçası belirdiğinde arkasındaki kaleme eli uzanabilen basit bir gündelik aktiviteden söz ediyoruz. Az önce saydığımız kompleks faaliyetlerin yanında küçük bir çocuğun başarabileceği bu aktivite görünüşteki olanca basitliğine karşın anlama ve farkındalığa dayalı bir fiziksel aktiviteyi gerektirdiği için robotlar tarafından simüle edilememektedir. Yine çağdaş fizikte, zihinsel süreçleri teorik açısından açıklamak için kaos, eş zamanlılığın göreliliği, olasılıklar, paralel sinir şebekeleri teorileri söz konusudur. Bu açıklamaların çoğu farkındalık ve anlama faaliyetine dayalı bilinçli zihinsel aktivitenin fiziksel olduğunu ancak hesaplamaya dayalı olarak açıklanamayacağını ortaya koymaktadır.

Görüldüğü üzere yapay zekâ tanımlaması, içsel çelişkileri nedeniyle kapitalist üretim tarzının son aşamasını nitelemek için uygun değildir. Kaldı ki yapay zekâ mümkün olsaydı bile, yani doğrudan bilinçli makineler üretilseydi ya da en azından bilinç fiziksel koşullarda uygun şekilde simüle edilseydi, zaten kapitalist üretim tarzının varlığından bahsedemiyor olacaktık.

Bilgi – Hizmet kapitalizminin en yüksek aşaması ve yeni çelişkiler

Peki, ücretli emek-sermaye arasındaki ilişkiler açısından neler değişmiştir? 1970’lerden itibaren üretim alanında kullanılmaya başlayan bilgisayar teknolojisi ve iş bölümünü disipline etmek için kullanılan yeni teknikler baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu hız, Mehmet Yılmazer’in sınıflamasındaki gibi farklı bir kapitalist evreye, kapitalizmde yaşanan yapısal dönüşüme işaret etmektedir.

Bilgi-hizmet kapitalizminin en mühim özelliklerinden biri canlı emeğin payının azalmasıdır. Sanayi istihdamında azalma, hizmet sektöründeki güvencesizlik ve orta sınıf emeğinin dijital ve enformatik alana kayması, canlı emeğin payının azalmasıyla birlikte yürümektedir. Örneğin ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu’nun istatistiklerine göre Amerikan ekonomisi 2013’te 1998’dekine göre %42 daha fazla mal ve hizmet üretmiştir; ama 2013’teki toplam çalışma süresi olan 194 milyar saatlik dilim 1998’dekiyle tamamıyla aynıdır.[6] Canlı emek, üretken özelliğinin önemli bir kısmını makinelere devretmiş ve aynı emek zaman ile daha fazla meta üretilmiştir.

Teknolojik gelişmenin yaygın işsizliği körükleyeceği düşüncesi, neredeyse kapitalizmin ilk yıllarından beri vardır. Buhar gücüyle üretim başladığında, mümkün olabilecek en gelişmiş üretim araçlarının buharlı makineler olduğu düşüncesiyle, atölyelerde çalışanlar açısından kitlesel bir işsizlik gelişeceği düşünülmüştü. Her yeni teknolojik ilerleme, eski teknoloji ile çalışanları işsizlik tehlikesiyle yüz yüze bırakmıştır. Esasında kötümser tahminler doğrudur, her sanayi devrimi kitlesel işsizliklere sahne olmuştur; bu krizler de yeni endüstri sahalarının ve tüketim alanlarının açılmasıyla giderilmiştir. Hatta Andre Gorz gibi “işçi sınıfına elveda” sloganını erkenden atanlar, tezlerinin dayanağı olarak otomasyonun kaçınılmaz olduğunu işaret ediyorlardı. Robotik dönem yani bilgi-hizmet kapitalizminin en yüksek aşaması yine önceki dönemlerde olduğu gibi toplam üretim içindeki emeğin payını azaltacaktır. Bu eksiklik üretimin kilit yerlerindeki rol sahiplerinin, yani nitelikli mühendislerin, sermayedarlara doğrudan ajanlık yapan analistlerin ve koordinatörlerin payı ile kompanse edilecektir. Teknoloji, niteliksiz canlı emeğin toplam payını azaltırken, sayısı çok az olan nitelikli ve stratejik odakların önemini artıracaktır. 2014 yılında toplam sermaye içinde enformatik sanayi %5,5 payında, ulaşım, petrol, altyapı sektörleri, imalat sanayi %13,8 payındayken finans, sigorta ve emlak sektörünün payı %73,6’ya ulaşmıştır.

Amerikan ekonomisinin bu genel verisi, küresel toplam proletarya nüfusunun azaldığı izlenimine yol açmamalıdır. Canlı emeğin üretimdeki payı azalmakla birlikte, toplam iş gücü nüfusu da işsiz nüfusu da artış göstermektedir. Son 20 yılda kapitalizmdeki yapısal değişimi iyi niteleyen tamlamalardan biri de “işsiz büyüme”dir. 2015 yılında faal iş gücü 3 milyara ulaşırken kayıt dışı, günde 5 dolardan az kazanan ve piyasaya dâhil olamayan toplam nüfus 4,8 milyardır.[7] Küresel gelir eşitsizliğinin coğrafi dağılımına baktığımızda ise, doğal kaynak çıkarmak ve dağıtmak için aşırı kentleşen Batı Afrika’yı, sanayi üretiminde yapısal sınırlara dayanmak üzere olan Doğu Asya’yı ve yine finansallaşmanın zirvesine doğru tırmanan Atlantik ülkelerini görüyoruz.

Esasında Marks’ın temel tezleri, robotik teknoloji döneminin doğurduğu kitlesel işsizlik riski için faydalı bir zemindir. Marks kapitalist üretim tarzında tüketilebilen miktardan çok daha fazla üretim metaları meydana geldiğini vurgular. Bu çelişki insanlar arasında artı-nüfusa yol açar, üretim faaliyetine katılamadan ve ihtiyaçlarını emek gücünü ücret karşılığı bir kapitaliste satmadan karşılayan bir topluluk oluşur. Marks, üretim araçları geliştikçe daha az emek gücü ile daha fazla meta üretiminin yapılmasını, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye nazaran artmasına bağlar. Buna rağmen hem ekonomik büyüme hem de nüfus artışından dolayı toplam işçi sayısı elbette ki artış göstermektedir. Toplam proletarya nüfusunun artmasına karşılık faal işçi oranı giderek düşme eğilimindedir. Odak noktası artı-değer üretimi olan işçi-üretim araçları, sermaye-üretim araçları ve işçi-sermaye ilişkisinde, üretici güçlerin gelişmesi sayesinde artan işçi istihdamına karşılık düşme eğilimi gösteren faal proletarya için işsizler ordusu yani yedek işgücü vazgeçilmez bir kategoridir.

İçinde bulunduğumuz robotik teknoloji çağında da Marx’ın temel belirlemeleri işlerliğini sürdürmektedir. Yukarıda daha ayrıntılı açıkladığımız üzere, kendiliğinden bilinçli bir yapay zekâ dönemi söz konusu değildir; ama robotik teknoloji kapitalizmin önceki aşamalarına benzer biçimde üretim tarzı içinde yapısal dönüşümlere yol açmaktadır. Robotik teknoloji bir tür yapay zekâ olmadığı için insan soyunu tehdit eder pozisyonda değildir, dolayısıyla bir insan soyu olarak sermaye sınıflarına da zararı dokunmayacaktır. Aksine önceki teknolojilere bağımlı çalışan işçiler işlerini kaybedecektir, kitlesel işsizlik tabloları gündeme gelecektir.

Proletaryayı etkileyen her krizinin eninde sonunda sermaye sınıfları için de bir kriz olacağını en iyi kapitalistler bilirler ve önlemlerini bu doğrultuda alırlar. İmalat endüstrisinin ve sanayinin Asya ile Güney Afrika’ya kaydırılması, buna karşı gelişen ve önüne geçilmekte zorlanılan göç dalgası ve temel bir çelişki olarak kapitalizmin ürettiği ve yarattığı metaların kendine uygun tüketici bulamaması, şimdiden burjuvaziyi telaşlandırmaya başlamıştır.

Proletaryayı etkileyecek olası kriz sürecinin bir bütün olarak kapitalizme dair ne tür sorunlar yaratabileceğini konu edinen Ferda Koç, sendika.org‘taki yazı dizisinde bir takım tespitlerde bulunuyor. Kapitalizmin yapısal dönüşümüne sosyalizmin yanıtı ne olabilir sorusunun çeperini çizebilmek için Koç’un tespitleri verimlidir.[8] Meramımız açısından önemli olanları maddeler halinde özetleyecek olursak;

  • Dünya nüfusu son 40 yılda neredeyse iki katına çıkmıştır. Toplam işgücü sayısı çalışabilir nüfusa neredeyse yaklaşmıştır. Bu eşitlenme düzeyi toplam proleter nüfusun yapısal sınırı olabilir. Bu noktada faal işgücü veya nitelikli işgücü oranının azaldığını belirterek Koç’a ek yapılabilir. Dolayısıyla niteliksiz işgücü veya faal olmayan işgücü üzerinde halen işsizlik baskısı devam edecektir.
  • Proleterleşmenin sınırına dayanan kapitalist üretim tarzı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlayabilmek için bütün gereksinimleri meta formuna soktuğu gibi yarattığı yeni metaları da gereksinim haline getirebildi. Koç’a şöyle bir ek yapılabilir; robotik teknolojinin ve bilgisayarlı sistemlerin meta yaratma aşamasında çok az sıradan emek-gücüne ihtiyaç duyması, bunun yerine yaratıcılığa ve nitelikli emek-gücüne ihtiyaç duyması bu yapısal sınırın sorun teşkil etmesini engelleyebilir.
  • Proleterleşebilir nüfusun sınırına gelindiğinde, değer üreten tek şey emek gücü olduğu için, üretilen toplam değer sabit hale gelir. Teknolojik gelişme sermayenin değişmez (organik) bölümünü sürekli artırdığından dolayı da artı değer oranı düşmeye başlar. Sonuçta yeni emek gücü formları yaratılamayacağı için de kar oranı düşer ve sermayeye dayalı üretim büyük bir krize girer.
  • Tıpkı klasik sömürgecilikteki gibi, sömürge ülkelerden gasp edilerek sömürgeci ülkelere aktarılan meta gibi, ücreti ödenmiş emek-zaman içermeyen modeller bulunabilir. Sanal ticaret, bahis, eğlence ve iletişim kanalları benzer nitelikte bir gasp sürecini düşündürtüyor. Bu sektörlerdeki para, kapitalizmin “normalinde” olduğu gibi emek gücü meta haline dönüştürülüp bir kapitaliste aktarılmadan tıpkı sömürge ülkelerdeki metanın gasp edilmesi gibi ama bu sefer başka ikna yollarıyla elde ediliyor.
  • Gündelik yaşantının neredeyse her ayrıntısındaki işleyiş artık meta formu içinde oluyor. Yiyecekler, barınma, su, sağlık, eğitim, hasta-yaşlı-çocuk bakımı artık hepsi birer meta olarak alınıp satılıyor. Meta formuna dönüşmeyen hiçbir şey kalmadı; bir de üstüne kapitalizmin ürettiği ve vazgeçilemez ihtiyaç olarak sunduğu yeni meta formları var: İnternet, kablosuz iletişim veya cep telefonları… Bu metalaşma süreci, kadının ücretsiz ev içi emeğini de artık emek gücünün yeniden üretilmesi için artık bir eklenti değil, doğrudan bir meta haline getiriyor. Kadın emeği, emek gücüne dolaylı olarak eklenen bir şekilde değil de doğrudan alınıp satılan bir meta olarak üretim sürecine katılmaya başlıyor. Patriyarka, kadının emeğini ücretsiz gasp etmenin ve emek gücünü yeniden üretmenin zeminini oluşturuyorken, şimdilerde kadın emeğinin emek gücü altında bir meta haline dönüştürülüp sermayeye ucuza satılmasının altyapısını oluşturuyor.

Peki ya sosyalizm?

Kapitalizmin böylesine kritik yapısal dönüşüm süreçlerinden geçtiği ve yeni çelişkilerin gündeme geldiği bir dönemde, Marksizm’in toplumsal olguları açıklama ve değiştirme gücüne yeniden bakmak gerekmektedir. Marksist teorinin önemli gerilim sahalarından biri teknoloji ve devrim ilişkisidir. Komünist uygarlığın kurulabilmesi için üretici güçlerin çok gelişmiş olması gerektiği, yani ileri teknolojik birikimin gerektiği düşüncesi, Marx’ın teorisinde çok açıktır. Buna rağmen komünist devrimlerin neredeyse tamamı üretici güçlerin fazla gelişkin olmadığı ülkelerde gerçekleşmiştir.

Marks Grundrisse’de “Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek zamana ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı hale gelir” demektedir. Aynı zamanda Marks, gerçek zenginliğin bilimin genel durumuna ve teknolojinin ilerlemesine ya da bu bilimin teknolojiye uygulanmasına daha çok bağımlı bir hal aldığını da ekler. Marx’ın teorisinde sosyalizm adaletli paylaşım, servetin halka dağıtılması, özel mülkiyetin ilgası veya gelir eşitliği ile sınırlı değildir. Marx’ın yeni dünyası emek zamandan tamamıyla kopuşmuş bir düzende istendiği gibi harcanıp tüketilebilen zamanın yarattığı zenginliktir. Marx, serbest zamanın bastırılmasını ve disiplinli çalışmayı sosyalizmin değil sanayi uygarlığının temeli olarak görür. Bu fikirler ışığında düşünüldüğünde yoksul bir topluluğun yaptığı devrimin ne kadar kudretli olursa olsun düşmanını ne derece alt ederse etsin gerçek zenginliği yaratamayacağı açıktır. Marx’ın teorisine göre bunu ancak ileri ülkelerin proleterleri başarabilirler. 20. yüzyıl boyunca bu çelişki emperyalizm, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi, zayıf halka, sürekli devrim, Althusseryen bilgi nesnesi/gerçek nesne ayrımı gibi kavramlarla aşılmaya çalışılmıştır.

Belki de insanların en büyük zaafı, yaşadığı çağdaki gerilimleri ve tartışmaları ilk defa kendi içinde bulunduğu zamanda yaşanıyor sanmalarıdır. Marx, içinde bulunduğu çağda üretici güçlerin gelişmişlik seviyesine hayranlık duymaktan kendini alamıyordu. Hatta Marx’ın muarızları, Das Kapital’in bir tür sermaye övgüsü kitabı olduğunu bile iddia etmişlerdi. Marx, komünizm için gerekli olan zenginliğin ha yaratıldı ha yaratılacak olduğunu düşünüyor, bilimsel temellerini açıkladığı yeni dünyanın şafağında olduklarını düşünüyordu. Onun fikrine göre üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi başka bir toplum düzeni için yetecek ölçüdeydi.

Devrimler Marx’ın tahmin ettiği gibi Avrupa’dan değil de Rusya, Çin ve üçüncü dünya ülkelerinden gelince teorinin bu asli unsuru, yani komünizm için gerekli olan şeyin gelişkin üretici güçler olduğu düşüncesi değişmedi. Fabrika kapitalizmi yıllarında artık teknolojik gelişimin sınırlarına dayanıldığından ve bu gelişmişlik düzeyinin komünizm için gayet yeterli olduğundan birçok kişi emindi. Fabrika kapitalizmi yıllarının sosyalist deneyimleri, kapitalizmin gelişmişlik düzeyini yakalamak ve hatta onu aşıp komünizme doğru yönelmek fikrine sıkı sıkıya sarıldılar. Yarış sosyalizmi olarak da adlandırılabilecek ileri teknik seviyeyi yakalama, verimli üretim ve teknolojik kontrol/disiplin mekanizmalarına örnek olarak Stahanovizm akımı veya Çin’deki Büyük İleri Atılım (1958-1961) ve Mao Zedong’un ölümünden sonraki dönem örnek olarak verilebilir.

Stahanovizm ve bu akıma katılan emekçilere Rusça’da verilen isim olan Stahanovyet, adını Aleksey Stahanov isimli maden işçisinden alır. Stahanov 1935 yılında, Ukrayna’nın Donbass bölgesinde yer alan bir madende, bir gecede 102 ton kömür kırarak dönemin verimlilik normunu 14 kez aşmıştır. O dönemde yürürlükte olan İkinci Beş Yıllık Plan, büyük ölçüde tekniğin işlerliğine ve tekniği kullanmasını bilen kadronun niteliğine vurgu yapıyordu. Sıradan bir kömür madeni işçisinin bu başarısının Sovyetler Birliği’nin hedefleriyle çakışması onun isminin bir akımla özdeşlemesine yetmiştir. Bu sıradan işçinin bireysel başarısının ünü öylesine yayılmıştır ki, birkaç ay içinde ülkenin büyük kentlerinde kadro ve tekniğin uyumlu bileşimini sayesinde üretiminin verimli hale gelmesi üzerine konferanslar verilmeye başlanmıştır. Ülkedeki üretim tesislerinin birincil çalışma ilkesi Stahanovculuk haline gelmiştir. Hem sıradan bir işçinin adıyla anılması hem de o dünya ekonomik buhranından çıkmakta zorlanan kapitalist ülkelerin büyüme oranlarının aşılması, Stahanovizm akımının sosyalizmin gerçekçi ve aynı zamanda parlak yüzü olduğunu düşündürtmüştür.[9]

Stalin, Stahanovizm’in önemini sosyalist yarışmanın yeni bir atılımı olmasına ve bu yarışmanın yeni ve üstün bir aşamasını göstermesine bağlıyor. Stalin’in yeni bir aşama derken kastettiği ilk aşama Lenin dönemidir. Lenin 1918’de yazılan ancak 1929’da yayımlanan “Yarışma Nasıl Örgütlenmeli” makalesinde sorevrovanie denilen sosyalist yarış ile konkurentzia denilen kapitalist rekabet arasındaki farkları açıklıyor. İkincisi aşırı kar dürtüsüne, artı-değer sömürüsüne, özel mülkiyete dayalıyken; ilkinde bunlara yer olmadığı vurgulanıyor. Stalin, Stahanovizmin farkını bu türden bir sosyalist yarışa gönül vermiş kadroların eskisinden farklı olarak bu yeni ve üstün aşamada artık ileri tekniğe de kavuşması olarak görüyor. Eski kadrolar da tıpkı Stahanovcular gibi sosyalizmin çıkarlarına adanmış çalışkan kadrolardı; fakat o dönemde bu yeteneklerini sergileyebilecekleri ileri teknik donanım bulunmuyordu. Zaten tek ülkede sosyalizm tezlerinin temelinde, bu türden kadro ve ileri tekniğin bileşiminin verimli sonuçlar vermesinin ve ülke ekonomisinin kapitalist ülkelere nazaran daha iyi büyüme oranları yakalamasının da payı olduğundan söz etmek uygun olacaktır.

Stahanovizm’e olan ilgi, beş yıl sonrasında gelen savaş atmosferinin etkisiyle epey azaldı. Artık üretim verimliliği değil sosyalizmin anavatanının korunması söz konusuydu. Savaş sonrasındaki destalinizasyon süreci de Stahanovizm’e olan ilginin yeniden canlanmasını engelledi; ama Sovyetler’in kapitalizmle yarış iddiası hiç bitmedi. Sadece sanayi üretimi ve askeri alanda değil, fizik, ziraat, genetik, zooloji, biyoloji, astronomi gibi alanlarda kapitalizmi aşan ciddi gelişmeler yaşandı. Yörüngeye fırlatılan ilk uydu olan Sputnik, uzayda dünyanın yörüngesi etrafında dolaşan ilk insan Yuri Gagarin, kas kasılmasının mekanizması olan adenil-profosfataz/miyozin çemberi, embriyolojinin önemli konularından olan mitogenezin keşfi,  çiftlik hayvanlarının yapay döllenmesi ve yeni ziraat teknikleri akla gelen ilk örnekler arasındadır.

Stahanovizm’in sonu aslında yine Stahanov’un kaderiyle özdeş sayılabilir. Aleksey Stahanov 1977’de hayatını kaybedince, Ukrayna’nın önemli kömür havzalarından olan Kadiyevka kentine onun ismi verildi. 1991’de SSCB çözülünce yapılan ilk işlerden biri, nüfusu yüz bini aşan bu kentin isminin Stahanov yerine yeniden Kadiyevka yapılması oldu. Sonuçta, sosyalist yarışın sonu, komünizm ülküsüne dayanan bütün başarıları kapitalizm hanesine geçmesi oldu. Bu yarışın kapitalizmi aştığı ölçüde özel mülkiyeti ilga etmeyi, rekabet duygularını engellemeyi ve meta ilişkilerini yok etmeyi başaramadığı açıkça deneyimlendi.

Yeni atom bombası: Gen terapisi

Sosyalizm deneyimlerinin pratik varlığının son buluşuyla bilgi-hizmet çağı kapitalizmi aynı döneme rastladı. Kapitalizm hem yapısal bir dönüşüm geçiriyordu hem de bilgisayar teknolojisi bu dönüşüme apayrı bir renk veriyordu. Bu süreçte fabrika kapitalizmi ile yarışmaya çalışan sosyalizm deneyimleri ardı ardına yarıştan çekildiler ve varlık buldukları toprakları açıkça metalar dünyasına açtılar. Bu süreçte Marx’ın tezlerine yeniden dönüldü, acaba sosyalist devletler üretici güçlerin yeterince gelişmiş olduğu topraklarda olmadıkları için veya kapitalizmle yarışta yeterince başarılı olamadıkları için mi yenilmişlerdi? Ya da fabrika kapitalizminin yarattığı gelişmişlik seviyesi komünizm için daha yeterli değil miydi? İşte Marx’ın söylediği gibi daha az çalışmanın ve daha çok boş zamanın olacağı, serbest zamanın istendiği gibi örgütleneceği komünist uygarlık veya yeni düzen tam da bilgisayarlı teknolojinin, robotik çağın içerdiği üretici güçler seviyesini gerektiriyor olamaz mıydı? Acaba Marx kendisi farkında olmasa bile, tezlerini 150 yıl sonrası için mi söylemişti? Bilgi-hizmet çağı kapitalizmine zemin hazırlayan üretici güçler seviyesi tam da robotların çalıştığı, üretim sürecinin insan emeğini çok az gerektiren makineler tarafından kotarıldığı, insanların haftada 15-20 saat çalışarak maksimum verimde üretimi sağlayabileceği bir seviye olamaz mıydı?

Komünist toplum için, burjuvazinin veya proletaryanın üretici güçleri geliştirmesini beklemek sonuç alıcı bir iş olarak gözükmüyor. Marx daha 19. yüzyılda burjuvazinin komünist toplum için gerekli üretici güçler seviyesini yakalamasına ramak kaldığını düşünmüştü, sonraki sosyalistler de benzer şeyler düşünmüşlerdi. Buharlı makineler, bant sistemi, devasa ölçekteki fabrikalar, bilgisayarlı üretim ve nihayet robotik teknoloji! Sosyalizmi teknolojik belirleme ilkesine göre kurgulayan her bir düşünür içinde yaşadığı aşamanın en yüksek teknolojik seviye olduğunu düşünüp geleceğe gözleri kapatıyor ve sosyalizmin doğum borusunu öttürüyor.

Stahanovizm veya Büyük İleri Atılım deneyimlerinde olduğu gibi, kapitalizmle rekabete koyulan sosyalizmin bu yarışta üretim kapasitesi, teknik gelişme ve icatlar anlamında başarılı olsa bile, gidişatın sosyalizme doğru olmadığı açıkça deneyimlendi. Sonuçta ister kapitalist yoldan isterse de işçici cepheden olsun, üretici güçleri geliştirme mantığı komünist zenginliği yaratmak yerine meta ilişkilerini geliştirdi, insanlar arasındaki rekabet duygusunu körükledi ve emeğin ücretli emek şeklinde sermaye tarafından tahakküm altına alınmasını giderek kalıcılaştırdı. Bu noktada sosyalist deneyimlerin biriktirdiği üretici güçler kapasitesinin sonunda kapitalizme temel sağlaması ve hatta o düşünceye güç katması, 20. yüzyıldaki devrim hikâyelerinin sonuçlarını oldukça hazin hale getirmektedir.

Kapitalizm kendiliğinden çözülmemekte, egemen sınıflar her yeni teknolojik gelişimi veya bilimsel ilerlemeleri kendi yapısal dönüşümü için akıllıca kullanmaktadır. Sosyalist teori, her bilimsel ilerlemenin üretici güçleri geliştirdiğinden hareketle sosyalist toplumun yaklaştığını düşünedursun, burjuvazi her teknik ve bilimsel ilerlemeyi kendi lehine çevirmekle kalmamakla aleyhine olan gelişmelerin önünü kapamaktadır. Bugün üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi, kapitalist uygarlığın ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiş bir gelişmedir. Eğer sosyalist devrim başarılı olsaydı ve kapitalizmin temellerini kökten kazıyabilseydi, üretici güçler elbette yine gelişecekti ama bugünkünden farklı bir gelişme olacaktı. Örnek verecek olursak, yeni meta biçimlerinden olan ve bugünün temel ihtiyacı gibi algılanan akıllı haberleşme cihazları veya sanal iletişim uygulamaları belki hiç olmayacaktı veya çok farklı türden bir iletişim metodu tutturulacaktı.

Sosyalist devrim kapitalizmin her aşamasında olanaklıydı ve olanaklıdır. Ayrıca üretici güçleri geliştirmeye müsaittir ve bu kapasiteye kendiliğinden sahiptir. Buna rağmen kapitalist yoldan üretici güçleri geliştirmek veya sosyalist yoldan kapitalizmle yarışarak üretici güçleri geliştirme dinamikleri, sosyalist devrimin zeminini hazırlamaktan çok burjuvaziye yarayan gelişmelerin önünü açmakta ve yapısal krizlere giren kapitalizme can suyu vermektedir.

Bilim ve teknolojinin hâkim üretim tarzına tamamen bağımlı olmayan içsel gelişim dinamikleri vardır. Zaten çoğu zaman teknolojik ilerlemelerin mucitleri kendilerini iyi yetiştiren sırdan kişilerdi. Sözgelimi ilk yüksek basınçlı buhar makinesi, tekerlek ustası olan Oliver Evans tarafından, ilk elektrik motoru ise mesleği demircilik olan Thomas Davenport tarafından bulunmuştu. Yine elektromanyetiğin ünlü ismi Michael Faraday ciltçi çırağı idi, Darwin ile birlikte çalışan doğabilimci Russel Wallace de ölçümcü yardımcısıydı.[10] Buna rağmen teknolojik ilerleme ve üretici güçlerin gelişimi, hakim üretim tarzına karşı nötr değildir. Egemen sınıflar kendi ihtiyaçları olan gelişmeleri desteklemekle birlikte, kendileri dışında gelişmiş bile olsa, mevcut tekniği lehlerine çevirmekten geri durmazlar.

Fabrika kapitalizmi yıllarında, egemen sınıfların sırf kendi sınıfsal çıkarlarını sürdürmek adına dünyayı yok etme riskini barındırsa bile atom enerjisini bomba yapımında kullandıklarını ve hatta uyguladıklarını hatırlayalım. Üretici güçlerin gelişme düzeyinin üretim ilişkileri değişmeye zorladığı bütün kritik dönemeçlerde burjuvazi düşman gördüğü komünistleri zor yoluyla baskı altına almış, işgücünü vahşi yöntemlerle disipline etmekten geri durmamış ve küresel ölçekte ekolojik kriz riski taşıyan yöntemleri uygulamaktan bir an bile sakınmamıştır. Fabrika kapitalizmi yıllarının pozitif ucu olan nükleer enerjinin atom bombasına dönüşmesi gibi bilgi-hizmet çağının en yüksek aşaması olan sibernetik robotik teknolojinin pozitif uçlarından biri olan genetik biliminin “gen terapisine” dönüşmesi ihtimali vardır.

Çağımızı niteleyen kavramın yapay zekâ olmadığını, yaşananın bilgi-hizmet kapitalizminin en yüksek aşaması sayılabilecek sibernetik robotik çağ olarak adlandırılabileceğinden bahsetmiştik. İşte bu çağın yapısal krizleri, eğer ona karşı çıkan örgütlü bir güç olmazsa asla kendiliğinden komünizme evrilmeyecektir. Mevcut hâkim sınıflar, insan soyunun dünyaya olan olumsuz etkisinin maksimum dereceye çıktığı antroposen çağına, iklim krizlerine, durdurulamayan göç dalgasına, yapısal sınırlarına dayanan niteliksiz iş gücüne, geometrik artış gösteren nüfusu artışına yanıt olarak “gen terapisini” deneyebilirler.

Gen terapisi, genetik kökenli hastalıklarda hatalı genomun dışarıdan bilinçli olarak “edit”lenmesi yani düzenlenmesidir. Eğer hedef gen anormal bir şekilde çoğalıyorsa oraya çoğalmayı engelleyici gen gönderilmekte, hedef kayıp bir gen içeriyorsa o bölgeye çoğalmayı sağlayan işlevsel gel aktarılmakta ya da belirli hücrelerin öldürülmesi yolu seçilebilmektedir. Belirli bir olgunluk seviyesine ulaşan bu çalışmaların hastalıklar dışında normal insan bedeninde denenmesine şimdilik legal alanda izin verilmiyor. Buna rağmen kapalı kapılar ardında ve herhangi bir etik kuruldan onay almadan, tamamen kaçak yollarla normal insan geninin üzerinde deneyler yapıldığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Örneğin Çin’de AIDS hastalığının etkeni olan HIV virüsüne karşı dirençli embriyo geliştirmek hedefiyle, genetik olarak tasarlanmış bebeklerin doğduğu haberi medyaya yansıdı.[11] Bu haber insan klonlamak için gerekli olan veya istenilen genetik bilgiye sahip embriyoların doğumunu sağlayabilecek teknolojiye sahip olunduğunun ispatı niteliğindedir.

Gen terapisi, artış gösteren nüfusu kontrol altına almak, robotik çağ nedeniyle kapitalizmin ihtiyaç duyduğu özellikli iş gücünü genetik tasarım yöntemiyle üretmek gibi distopik misyonlar taşıyabilir. Eğer gen terapisi hastalıkları tedavi etmek için değil de hâkim sınıfların çıkarlarına uygun olarak kullanılırsa, burjuvazi her zamankinden daha sağlıklı, nitelikli, sektörel amaca uygun ve uzun ömürlü olacakken; proletarya bu niteliklerden yoksun hale gelecektir. Belki de insanın biyolojik evrimi tarihte ilk defa sınıfsal farklara göre şekillenecektir.

Sosyalizmin yanıtı ne olabilir?

Bugüne kadar burjuvazi, üretim araçlarına ezilenler el koymadıkça, krizlerden çıkacak yöntemleri daima buldu. Her ne kadar proleterleştirilebilir nüfusun sonuna gelinse ve canlı emeğin payı oldukça azalsa da ezilenlerin biyolojik, manevi, sınıfsal ve örgütlü varlığı zor yoluyla bastırılarak kapitalizm varlığını yine devam ettirebilir. Gen terapisi ve sibernetik robotik çağ, üretici güçleri geliştirme misyonuyla komünizmin zeminini hazırlamak ve sosyalizmi çağırmak şöyle dursun, tam aksine burjuvaziye yeni bir yaşam sahasının kapısını aralıyor olabilir. Bu dengeler kapitalizme ve onun devlet aygıtına karşı savaşanlar tarafından tıpkı burjuvazinin ezilen sınıflar üzerinde yaptığı gibi sadece zor yoluyla değiştirilebilir.

Bu yazının yazıldığı sayfalar komünist bir politik yapının, kapitalist devlet aygıtıyla savaşmayı düşünen bir örgütlenmenin sayfalarıdır. Dolayısıyla yıkıcılık konusundaki görüşleri zaten Komün’ün genel varlığına bırakma imkânına bu aşamada sahibiz. Yıkıcılık ne kadar örgütsel bir mesele ve çizgi haline gelmişse, kuruculuk da bir o kadar farklı görüşü içinde taşıyabilir. Bu noktada sosyalizm deneyimlerinin yarışmacı ve rekabetçi geçmişi eleştirilmelidir. Bunun yerine sosyalizmin inşa sorunları açısından Şili’nin Cybersyn (Sibernetik sosyalizm) ve Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi referans alınabilir.

Şili’de Salvador Allende sosyalist dönüşümü hedefleyen demokratik bir program eşliğinde seçimle iktidara geldiğinde, sosyalist dönüşümü ilk hedeflerden biri olarak önüne koydu. Sibernetik kelimesinin baş harfleri olan Cyber ve Sinerji kelimesinin baş harfleri olan Syn‘den oluşan Cybersyn projesi bir tür sibernetik sosyalizm projesiydi. 1971 yılında, İngiltere’de sibernetik üzerine çalışan Stafford Beer isimli teorisyen Şili’ye davet edilmiş ve ülkenin özgücüyle demokratik katılımcı bir yönetimin temelleri atılmaya çalışılmıştır. Projenin adı sibernetik sosyalizm olarak tarif edilmektedir; ancak dönemin yüksek teknolojisinin kullanıldığı fikri akla gelmemelidir.[12] O yıllarda Şili’de yalnızca 46 tane bilgisayar vardır ve bunlardan sadece dört tanesi yeni ve bu proje açısından işlevseldir. Soyetler’in ülkede bulunan bütün bilgisayarlardan gelen verileri bir ana bilgisayarda toplamayı amaçlayan bürokratik yönetiminin aksine, Beer ve Şilili mühendislerin kurdukları operasyon odasının amacı sadece entegrasyonu sağlamaktı. Zaten ortada ülkenin dört bir yanına dağılmış bilgisayarlar yoktu. Bu nedenle projede teleks sistemini kullandılar. İşletmelerden gelen mesajlar operasyon odasında bulunan yedi adet masaya geliyor ve sorunlar özel bir istatistik yazılımıyla çözümleniyordu. Bütün işçilerin görüşü alınıyor, sorun anında tespit ediliyor ve yine teleks sistemiyle geri dönüş yapılarak çözüm yolları aranıyordu.

Bu projenin ömrü, ABD emperyalizminin Allende hükümetini askeri darbe yoluyla devirmesi ile son buldu. Kısa ömrü boyunca Şili’de birçok sorun bu yöntemle çözümlendi. Amaç ekonominin büyümesi, üretimin verimli olması değildi; hedeflenen şey, işsizliğin azaltılması, işçilerin yönetim sürecine katılması, proletaryanın bilgisinin yazılımla bütünleştirilmesi ve aşağıdan yukarıya kontrol mekanizmalarının kurulmasıydı. Tüm bunlar aşırı üretim hevesiyle ve yüksek teknoloji ile değil; dönemin ortalama teknolojisiyle, Şilili gençlerin enerjisiyle ve ütopyacı sayılabilecek bir bakış açısı sayesinde başarılmıştı. 

Kültür Devrimi: “Feodalizmi ve burjuvaziyi hatırlatan her şeyi tahrip edin”

Çin’de 1966-1976 yılları arasında devam eden Büyük Proleter Kültür Devrimi, sosyalizmin giderek bürokratikleşmesi nedeniyle sistemin içinden doğan ve yeniden meta ilişkilerini hortlatacak mekanizmaları engelleme amacını taşıyordu. Kültür Devrimi 1966 yılında Mao’nun yönlendirmesiyle üniversite ve lise gençliği arasında Kızıl Muhafızlar’ın kurulması ile başladı. Kızıl Muhafızlar ilk başta Çin Komünist Partisi’ne bağlı değildi, tamamıyla birbirinden bağımsız ve yerel öz-örgütlenmelerden oluşuyorlardı. Yani Kültür Devrimi bürokratikleşmeye ve eski geleneklere en uzak grup olan gençliğin dinamizmi ile başladı. 

Kızıl Muhafızlar öncelikle kendi okullarında gördükleri bürokratik ilişkileri ifşa eden çalışmalar yaptılar. Mao’ya göre asıl odaklanılması gereken şey ideolojik alandı. Dolayısıyla kültür ve sanat alanında eskiye karşı başlayan dönüşüm giderek bürokratik mekanizmalara da parçalamayı hedefledi. Devrimci tiyatrolar, şiirler, müzikaller ve propaganda afişleri ülkenin dört bir yanını sardı. Sanatsal alanda feodalizmin ve burjuvazinin etkisi sayılabilecek her küçük ayrıntının üzerine gidildi. Kültürel alanda başlayan bu devrimci silkeleniş giderek Komünist Parti’yi ve devlet kurumlarını da etkilemeye başladı.

Peki, 1949’da sosyalist halk cumhuriyeti ilan edilmiş bir ülkede böylesi bir dönüşüm için neden 1966 yılına kadar beklenmişti? Japon işgaline karşı direniş ve şiddetli bir iç savaş ardından kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin yönetici kadroları, iktidara geldiklerinde tıpkı diğer sosyalist ülkelerde olduğu gibi hızlı sanayileşme ve verimli üretim ile sağlam temellere oturacaklarını düşünüyorlardı. Elbette ki Çin’in feodal karakterini gözetiyorlar ve bundan dolayı da hızlı sanayi hamlesiyle toprak reformunun birlikte yürümesi gerektiğini ifade ediyorlardı. 1950’lerde ülkede epey meşhur olan “Bugünün Sovyetler Birliği, Geleceğin Çin’i” sloganı, yeni halk cumhuriyetin kendisine örnek olarak Sovyetik sanayileşmeyi aldığını açıkça gösteriyordu. Çin de aynı Sovyetler gibi önce NEP, sonra sosyalist sanayileşme, daha sonra kolektifleştirme ve nihayet sosyalist toplum inşasını tamamlama mücadelesi vermeliydi. Sovyetler birliği oldukça başarılı görülüyordu ve bu başarının Marksist literatüre uygun sırrı da bu sanayileşme çizgisindeydi. Mao 1953 yılının Şubat ayında “Ülkemizin yeniden inşasında bütün ulus çapında Sovyetler Birliği’nden öğrenmek için canla başla çalışmalıyız.” diyordu.[13]

Mao 1951 yılında Beş Yıllık Kalkınma Planı ihtiyacını ortaya atmıştı. 1952 yılında ülkede artık NEP döneminin kapandığı ilan edildi ve 1953 yılında Plan yürürlüğe konuldu. Kısa bir süre sonra 1955 yılında kolektifleştirmeye geçildi. Süreç Sovyetler’deki gibi yürümedi. Kolektifleştirme hamlesi toprakların dağıtımını ve paylaşımını düzenlemişti ancak özel mülkiyet halen varlığını sürdürüyordu. Eski özel mülk sahibi köylü liderleri, bürokrasi ile kurdukları özel bağlar sayesinde işleri köylülere dağıtıyorlar ve çeşitli ayrıcalıklara sahip oluyorlardı. Sanayileşme hamlesi de istenildiği gibi gitmedi; parça başı ücret sistemi hem huzursuzluk yarattı hem de bireyci rekabeti arttırdı. Geniş köylü yığınlarının olduğu bu ülkede vasıflı işçi bulmak ve yaratmak oldukça zordu; eldeki vasıflı işçilerin de diğerleriyle aynı ücreti alması epey tepki topluyordu.

Mao 1958’de ilan ettiği “Büyük İleri Atılım” ile bu sorunları aşmak istedi.  “Bütün güçlerin bir araya getirilmesiyle daima ileriyle yönelerek sosyalizmi daha fazla, daha hızlı, daha iyi ve daha ekonomik bir şekilde inşa etme” sloganı benimsendi. Binlerce halk komünü kuruldu. Bütün üretim araçları komüne aitti ve komün sadece üretim faaliyeti ile değil aynı zamanda  okullar, çocuk yuvaları ve hastaneler gibi sosyal faaliyetleri de düzenleyecekti. Sonuçlar tahmin edildiği gibi olmadı. Çelik üretimine dayanan sanayi faaliyeti kırsal nüfusu topraklarından koparmıştı ve bu tarımsal üretime büyük zarar verdi. Ekonomik büyüme oranları ciddi oranda gerilediği gibi hayat standartları da düştü.

İşte Kültür Devrimi böylesi bir tablonun dayattığı maddi bir ihtiyaçtı. Çin, sosyalist yarışın ve aşırı üretim hevesinin, meta ilişkilerini ve bürokrasiyi yeniden ürettiğini sezen ve buna müdahale yolları arayan devrimci bir lidere sahipti. Maalesef diğer sosyalist ülkeler bu gerçeği kapitalizmin pratik saldırısına maruz kaldıktan sonra fark etmişlerdi. Bu nedenle Büyük Proleter Kültür Devrimi, devrim içinde bir devrimdir. Bürokratik yozlaşmaya karşı, en dinç toplumsal kesim olan gençlik göreve çağrılmış ve ideolojik mücadele ön plana alınmıştır. Mao’nun devrimci çürüme ile ilgili uyarıları gençlik tarafından hemen benimsenmiş ve Kızıl Muhafızlar ülkenin hemen her yerinde hızlıca örgütlenmiştir. Silahlı eylemler de düzenleyen Kızıl Muhafızlar, okullardaki bürokrat akademisyenlere savaş açmışlardır. Gençliğin bu çıkışını işçiler örnek almış ve 1967 yılında Şanghay’da Ocak Fırtınası yaşanmıştır. İşçilerin yozlaşmış yerel parti aygıtına ve ayrıcalıklı çalışma koşullarına karşı Aralık 1966’da başlayan isyanı, Ocak ayında 800 bin kişiye kadar ulaşmıştır. Şiddetli çatışmaların sonunda, Mao yerel parti iktidarının son bulduğunu onaylamış ve 1871 Paris Komünü modelindeki bir Şanghay Halk Komünü’nün varlığını selamlamıştır.

Kültür Devrimi sinema, tiyatro ve müzik alanında başlamıştı; ama etkisi parti aygıtından eğitime, sağlık hizmetlerinden ulaşıma kadar her alana yayıldı. Kafa ve kol emeğini eşitlemek hedefiyle aşırı uzmanlaşmaya izin verilmedi. Radikal ve eşitlikçi bir işbölümü yapıldı ve görevler çeşitli toplumsal tabakalar içinde paylaştırıldı. En nitelikli görünen meslek gruplarının bile ayrıcalıklı statüsünü gündelik yaşamda sürdürmesine izin verilmedi. 

Kültür Devrimi aleyhine yapılan propagandanın temel iddiaları arasında, Mao’nun hayatını kaybettiği tarih olan 1976 yılında ülkenin en kötü ekonomik büyüme oranına sahip olduğu, konut sıkıntısının çok ciddi boyutlara ulaştığı, milyonlarca kişinin açlıktan öldüğü, Kızıl Muhafızlar üyesi gençler arasında hiyerarşik örgütlenme olmadığı için keyfe keder cezalandırmaların olduğu ve çetelerin hüküm sürmeye başladığı yer alıyor. Bu savların birçoğunun kaynağı olarak, Mao Zedong’un ölümünden sonra Çin’i yabancı sermaye açan ve sosyalizmi aşamalı olarak devlet kapitalizmine dönüştüren egemen sınıfları görmek mümkün. Bir tarihsel kesitte tek tek hangi olayların yaşandığının çetelesini tutmak ve bu olaylar zerinden muhasebe yapmak Marksist bir yöntem değildir. Kültür Devrimi’nin önemi tikel olaylardaki başarısı veya başarısızlığı değildir; onu komünist devrim mücadelesi açısından kilit nokta yapan şey bütün toplumun günlük yaşantısını aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya politikleştirmesidir. Kültür Devrimi statik altyapı-üstyapı tartışmalarının ötesine taşmaya cüret eden ve ideolojik dönüşümü esas alan radikal ve ateşli bir deneyimdir. “Kültür Devrimi Marksist politikada bir sonuçlanmayı değil, yer yer kendi nesnel sınırlarına rağmen açıkça bir genişlemeyi temsil eder.”[14]

Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin sonu olarak Mao’nun ölüm tarihi veriliyor. Bu tarihten sonra Kültür Devrimi’nin ana kadroları şeytanlaştırılıyor, ülkeye yabancı sermaye davet ediliyor, aşırı uzmanlaşma teşvik ediliyor ve partili bürokrasi şiddetleniyor. Yani sonuçta Kültür Devrimi yarıştığı bir toplumsal tabaka veya düzen tarafından ele geçirilmiyor aksine düşmanı ilan ettiği şey tarafından yenilgiye uğratılıyor. Bu nedenle Kültür Devrimi sosyalizm deneyimleri içinde diğerleri gibi “denenmiş ama başarıya ulaşmamış” bir dönem olarak ele alınamaz. Kültür Devrimi, Paris Komünü gibi, 1918 Kasım Alman Devrimi gibi, Şili’nin Cybersyn projesi gibi düşmanları tarafından yenilgiye uğratılmış bir devrimsel süreçtir. 

***

Sosyalizm deneyimleri bizlere kuruculuk konusunda birçok ders veriyor. Yapay zekâ gibi isimlendirmelerin sıkça duyulduğu günümüzde, kapitalist üretim tarzının sona erdiği, bambaşka bir sisteme dönüştüğü ya da ileri teknolojik gelişmelerin yaşandığı çağımızın komünist uygarlığın zeminini kendiliğinden hazırladığı gibi görüşlere mesafeli olmak gerekmektedir.

Şu nokta nettir: Kapitalizm kendiliğinden çözülmeyecek ve daima bir çıkış yolu bulacaktır. Komünizm ise tarihin her evresinde ve aynı zamanda kapitalizmin her aşamasında mümkün olan bir dünya tahayyülüdür. Komünizm, üretici güçler tamamıyla geliştikten sonra kurulacak düzenin adı değildir; bizzat komünist düzenin kendisi üretici güçleri kendine özgü biçimde geliştirecek ve bu sayede bilimsel/teknik ilerleme egemen sınıfların manipülasyonundan kurtulacaktır. Bu anlamda vakti zamanında başarılı dönemler yaşamış olsalar bile kendi kendine yani içeriden çözülen yarışmacı ve rekabetçi sosyalist kurucucuk modelleri yerine düşmanlarını yenecek kudrete erişemediği için yenilen Şili’deki sibernetik sosyalizmin ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin izleri takip edilmelidir.


Dipnotlar

[1]Sermaye ile Ücretli Emek İlişkisinin Yeniden Şekillenmesi, Mehmet Yılmazer, Yol Siyasi Dergi, Yaz 2019, s. 16

[2]Yalın Üretim ve Esnek Üretim: Taylorizm’in En Yüksek Aşaması, Sungur Savran, Devrimci Marksizm, s. 166

[3]Roger Penrose, Zihnin Gölgeleri, Alfa Bilim, Mayıs 2016, s: 30

[4]Penrose, age, s: 31

[5]World Robotic Report, International Federation of Robotics, Shanghai, 2019

[6]Aktaran Mike Davis, Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler, Yordam Kitap, s: 30

[7]World Employment Social Outlook: Trends 2016 Cenevre: ILO, 2016

[8]https://sendika63.org/yazarlar/ferda-koc/

[9]Maurice Dobb1917’den Bu Yana Sovyet Ekonomisinin Gelişimiçev. Metin Aktan, İstanbul-Haziran 1968, s. 436.

[10] Mike Davis, age, s:153

[11] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46341694

[12] İzlem Gözükeleş, Allende Şili’sinde örnek bir uygulama Cybersyn: Cesaret ve aklın gücüyle, Bilim ve Gelecek Dergisi 142. Sayı, Aralık 2015

[13]  Mao Zedong, 7 Şubat 1953, ed. K. Fan, Mao Tse-tung and Lin Piao: Post-revolutionary Writtings s.102

[14]  Süleyman Yılmaz Bulduruç, Büyük Proleter Kültür Devrimi: Marksizmde Bir Kaza mı Kazanım mı?, Teori ve Politika Dergisi, Sayı: 71-72

Ali Tekin

  • Bu yazı ilk olarak Komün Dergi 4. sayıda yayınlanmıştır.