​​Hatırat pazarı: Nabi Kımran’ın anıları

Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir; ancak mücadele etmeyen zaten yenilmiştir şiarıyla yenilgiyi de yengiyi de devrimci hareketlerin tarihinden/tarihiyle öğrenmeli, “Bizden sonra doğanlara”[1] devretmek üzere mücadele tarihimizi kayıt altına almalıyız. Tarih, en genel anlamıyla, türlü çeşit vakıanın geçmişteki halidir. Bugünü ve geleceği inşa etmek için, geçmişe dönmeli, tarihe bakmalıyız.

Nasıl ki ezilenlerin isyanı modern kapitalizmle başlamadıysa, tarihsel anlatı da yazılı dönemden çok önce başladı. Tarih, Heredotos öncesinde mitik bir tarzla dilden dile dolaşırken, Roma’da retorik için kullanıldı. Sonraları dinsel ahlakiliği, dinsel öğretileri yaymak amacı güderken “Aydınlanma” ile beraber “ilerleme”nin izlerini sürmekteydi. Ulus devletlerin inşa çabaları için “resmi” tarih en önemli araçlardan biriydi. 20. yüzyıl devrimler çağından itibaren ise resmi tarih anlatılarına karşı-tarih yazını ortaya çıkmaya başladı. İnsanın tarihin öznesi olup olmadığı tartışmaları bir yana karşı tarih yazının en önemlilerinden biri de hayat hikayeleri (otobiyografi)/anı türü oldu.

Bu yazın türünden Bolşevik Parti de yararlanmıştı. Parti iktidara geldiğinde parti üyelerinin hepsinin benzer deneyimlerden geçtiğinden emin olmak için, Parti’ye katılanların genellikle de yazılı otobiyografi şeklinde hayat hikayelerini anlatmayı zorunda tuttu. (Sovyet Granat Ansiklopedi). Bolşevik Parti gibi çeşitli devrimci parti ve fraksiyonlar da ideolojik özeleştiri mekanizmasını işletmek için siyasal tarihle bütüncül olarak kişisel tarihlerini anlattılar. Açıkça anlaşılacağı üzere, devrimci tarih yazınında otobiyografi türü bireyin yaşamını yüceltme amacıyla değil, özeleştiri mekanizmasını işletmek ve benzer deneyimler üzerinden tarihi gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Bugün bir “hatırat pazarı” olarak piyasası oluşan anı/otobiyografi yazını ise “eski tüfek”lerin “biricik”liğini kendi eli ile başkalarının gözüne sokmaya çalışan hatıralarla dolu.

Bunlardan biri de henüz yakın zamanda, kendini anlatmaya doyamayan bir yazardan yine-yeniden geldi…

Nabi Kımran’ın geçmişin de yarınların da tükenmediğini kendi hayatı üzerinden duyurmayı tercih ettiği kitabının kapağında, başlığın hemen sağ tarafında kendi fotoğrafı yer alıyor. Kendi suretinin yansımasını görüp ona âşık olan stereotipik bir Narkissos ile karşı karşıya mı olduğumuz sorusu aklımıza düşerken, kitabı okudukça yanıldığımızı anladık. Yanıldık, çünkü Nabi Kımran’da açığa çıkan şey çok daha fazlasıdır, başka yazarlarda belli belirsiz hissedilen, bazen insanın istemeden de olsa açık ediverdiği, görmezden gelinmesi gereken silik bir beğenilme arzusunun göstere göstere sergilenmesi halidir. Otobiyografi yazmak vebali yüksek bir iştir ve maalesef Nabi Kımran bu vebalin altında kalmış.

Kımran’ın son kitabı, onun her şey olmaya çalışırken bir türlü olamayıp, herkesten “olmuş” cevabını duymayı arzuladığının kolayca anlaşıldığı olgunlaşmamış ve zorlama cümlelerle dolu. Hem de Nabi Bey bu vaziyetin farkında bile değil; dünyayı sadece kendisi etrafında döndürürken, yalnızca şahsının ve belli ki yakın çevresinin inandığı dünyanın Kımran odaklı merkezkaç kuvvetine herkesin iştirak etmesini bekleyecek kadar da kibirli.

Kitabın içeriğinde Nabi Kımran’ın birçok meziyetine tanıklık etmek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla bu kitabı yazandan bahsederken ona yazar mı desek yoksa eski solcu mu desek ya da eski devrimci, yeni devrimci, gazeteci, sosyolog, röportajcı, örgütsüz, örgütlü, edebiyatçı mı desek karar vermek güç. En iyisi ona Nabi Bey diye seslenmek; çünkü Nabi Bey kitabı boyunca bu kimliklerin hepsini olmak istiyor.

Kitabın ilk sayfasını sola çevirdiğimizde, Nabi Bey’in hayatının anlatıldığı kısa bir paragraf göze çarpıyor. Onun bir devrimci için örnek teşkil etmesi gereken muhteşem geçmişi, bu cümlelerden hemen belli oluyor. O, daha 20’li yaşların başında üniversite diplomasına metelik vermeyecek kadar sistem dışı biriymiş. Zaten böyle olduğu için kitapları üniversite sıralarında değil de birtakım sosyalist dergilerin yazı işleri müdürlüğü koltuğundan okumuş. Böylesine mühim vazifelere gelmiş biri zaten yazı işleri müdürlüğü gibi bir pozisyonda asla kalamayacağından, beklenildiği gibi yeraltı dünyasına geçmiş. Ve örgütler: THKP-C ML, TKİH ve MLKP! Bu örgütlerde Nabi Bey neden yer aldı ve bu örgütlerden neden ayrıldı, elimizdeki kitaptan anlayamıyoruz; ama Nabi Bey gibi hatasız bir kul ile karşı karşıya olduğumuza göre kesin THKP-C ML, TKİH ve MLKP’nin büyük hatası söz konusudur. Bu yapıların kaderi muhtemelen Nabi Bey ile yolları ayrıldıktan sonra düze çıkmamış, örgütler lanetlenmiştir. Devlet de Nabi Bey’in mühim biri olduğunu tescillemiş ve onun örgüt yöneticisi olduğuna karar vermiş. Nabi Bey bu yüzden tutsak düşmüş ve sürgün olmuş.

Tüm bunlar bir devrimcinin başına gelen sıradan olaylar değil; onlar Nabi Bey’in yüz yüze kaldığı spesifik anlar. Kitapta Nabi Bey’in kişisel yaşantısına yönelik birçok ayrıntıya şahit oluyoruz; ama örgütsel yaşantısına ait izlere pek rastlayamıyoruz. Yine kitabına son dönemde çeşitli internet sitelerine yazdığı birçok yazıyı koymuş ama MLKP’de birlik sorununu -elbette yine kendisi etrafında cereyan eden ve sadece kendisinin karşılaşabileceği müstesna olaylar etrafında- tartıştığı yazı dizisini koymamış; sanırız onu İletişim’in ruhuna uygun bulmamış.

Nabi Bey bu üç örgütle yolunu ayırsa da yine devrimci örgütlerin sesi olan Türkiye Gerçeği ve Umut Gazetesi’nde yazmaya devam etmiş. Türkiye Gerçeği’nin Umut Gazetesi ile süreklilik ilişkisinin olduğunu biliyoruz; Ama Nabi Bey’in üç örgütten neden ayrıldığını kitabından öğrenemediğimiz gibi Umut Gazetesi’nden neden koptuğunu da bilemiyoruz. Nabi Bey teorik biri olsa, yani ekonomi politik, felsefe veya bilimden bahsetse, onun kendisini geri plana atmayı tercih eden bir mütevazilik örneği sergilediğini sanabilirdik. Oysaki o, teorik olmadığı kesin olan, politik düzeyi ise bir sahil kasabasına yerleşmiş yenik emekli devrimci düzeyindeki diliyle 344 sayfa boyunca kendinden bahsediyor; şehitleri, vurulanları, müebbet tutsakları anlatırken bile kendini vurgulamaktan vazgeçmiyor.

Nabi Bey’in son adresi ise onun meramını iyiden iyiye açık ediyor: Gazete Duvar ve İletişim Yayınları! THKP-C ML, TKİH ve MLKP Nabi Bey’in kıymetini bilememiş, Umut Gazetesi ve bölünme ardından kurulan yayınlar ise yeterince okunmadıklarından olsa gerek Nabi Bey gibi bir yazarı pek hak etmiyor. Eh, Nabi Bey de “sol liberaller”in doluştuğu ana akım medyaya girecek kadar da göze batmasın diye “sosyalist liberaller”in mecralarını tercih etmiş. Gazete Duvar ve İletişim Yayınları, meslek odalarında faaliyet yürüten bir sosyalist için gayet anlaşılır ve ileri bir mecradır. Örgütlerle temas etmemiş bir sosyalist gencin yazısını Duvar’da yayımlaması hepimiz için pek makbuldür. Solcu bir doktora öğrencisinin Tanıl Bora gibi yetkin bir hocanın el vermesiyle tezini İletişim’den kitaba dönüştürmesi biz okurlar için gayet öğreticidir. Ama pratik politik devrimcilik üzerine racon kesen, etrafa öğütler veren, insanların can bedeli yer aldığı  yapıların havasını teneffüs etmiş olanlar için Gazete Duvar ve İletişim uygun adresler arasında değildir. Bu durum devrimcilerin Duvar veya İletişim’den daha üstün mecralara sahip olduğundan ya da onları aştığından kaynaklanmıyor; zaten teorik-politik pek çok konuda örgütlü devrimciliğin bu mecraların oldukça gerisinde kaldığı apaçık ortada. Mesele pratik politik devrimciliğin ve komünist ilkelerin akademik solculukla hesaplaşarak var olabildikleri, bu ilkeden taviz verirlerse varlıklarına temelden aykırı bir hale bürünmüş olacaklarıdır. Sonuçta İletişim’den başlayıp İşçinin Yolu’na geçmek, İşçinin Yolu’ndan başlayıp İletişim’e geçmekten çok farklıdır. İlki devrimcileşme örneğidir, ikincisi ise bir tür vazgeçiştir.

Nabi Bey’in en masum sayılabilecek arzusu kendisinden sonraki kuşaklara bir şeyler aktarmak için bir anı kitabı yazmak olabilirdi. Eğer derdi pratik devrimcilik ve Marksizm lehine bir katkı vermek olsaydı, mutlaka devrimci yayın organlarını tercih ederdi, yoksa da yaratırdı; eğer yaratamıyorsa da susmak ve beklemek bu kadar zor olmamalıydı.

Oysaki Nabi Bey’in yazdıklarını belirleyen temel etmen, sonu belirsiz bir fark edilme ve görülme arzusudur. Zaten kitabının önsözünde de belirttiği üzere Nabi Bey’e de dobra eleştirileri yapan isim Tanıl Bora olmuş. Ben Nabi Bey’in ismini ilk olarak Umut Gazetesi’nde Rojava’da devrimcilerle yaptığı röportajda görmüştüm. Ardından bir dergi çevresi ile kişisel polemiğe girdiği ve hiçbir teorik yön bulunmayan yazıları yine aynı gazetede yayımlanmıştı. Sonrasında, kaleme aldığı yazıların birinde yaptığı bir benzetmede iki kelimenin kaldırılmasını talep eden yayın kurulu ile tartışmaya girmişti. Tüm bu yazılarda eleştirilere karşı tahammülsüz duruşunu belli eden Nabi Bey’in inadı belli ki Tanıl Bora’ya gelince kırılmış. Umut edelim ki Tanıl Bora’nın dobra eleştirilerinin üstüne Duvar’da yaşanan editoryal kriz eklenince “köşe yazılarının” yeni adresi Birikim olmasın. Bir de bu tartışmalardan hatırladığım şey Nabi Bey’in, tartıştığı kişilerin müstear isim kullanmasına kesinkes karşı olması! Herhalde Almanya’da -uzaklarda- usul erkan böyle, Nabi Bey’i bir kez daha kızdırmamalı diye düşünüp ben de kendi ismimle bu yazıyı yazdım.

Nabi Bey elimizde tuttuğumuz sayfaların bir not defteri olduğunu söylüyor, ama kapağında kendi resminin olduğu, ISBN numarası, editörü, düzeltisi ve baskısı olan standart boylarda bir kitap bu! Kitabın ilk yarısı çocukluğundan 2000’lere kadar olan anılarından, diğer yarısı ise çoğunluğu daha önce başka mecralarda yayınlanmış olan yazılarından oluşuyor. Muhtemelen Nabi Bey, solun favori sitelerinde yayınlansa da bu yazıların okunurluğunu yeterli görmemiş. Oysaki hep daha çok, daha çok, daha çok görülmeliydi ve duyulmalıydı bu yazılar.

Nabi Bey’in çocukluğundan erişkinliğine kadar geçen dönemin özeti şu: Tanrı merkezinde Altınoluk’un yer aldığı Biga-Körfez-İzmir üçgenini Nabi Bey doğsun ve çocukluk çağlarını geçirsin diye yaratmış. Kaz Dağları Nabi Bey’in ekolojik bilincini oluşturmak için yeşermiş. 90’ların popüler mahalle dizilerini anımsatırcasına bu yörenin sakinlerinden hep en dürüst, mala mülke düşkün olmayan ve kendi tabiri ile “soldan yürüyen” insanlar kahramanımızın çevresinde kümelenmiş. İstanbul Üniversitesi Nabi Bey gelip okusun diye kurulmuş; o devrimcileşsin diye sokaklar düzene girmiş, devrimci abiler ve ablalar bu yüzden mücadeleye katılmış. O ülkeyi terk-i diyar eyledikten sonra ise, Altınoluk da İstanbul da yine kendisinin yarattığını söylediği bir kavramla “kıyı Ege Müslümanlığı” da mahalleler de piyasaya teslim olmuş.

Nabi Bey, grupçu tarih yazımının ve örgüt güzellemelerinin nesnel sürecin analizini ikame ettiğini ve dönemi anlamayı zorlaştırdığını düşünüyor. Başta şahsı olmak üzere birey güzellemesine sanırım başka türlü kılıf bulmak zor olacaktı. Kitap boyunca, Nabi Bey ve yakın çevresinin güzelliklerinden, iyiliklerinden ve devrimciliklerinden öyle çok başımız dönüyor ki, tam devrimcilik adına birtakım dersler çıkaracakken yine “Skamniya’dan karşı kıyılara, doğduğum köye baktım. İncitmeden okşadım bizim denizimizi, yüzüme vurdum serinliğini, maviliğini, çocukluğum el salladı karşı kıyıdan” ağlak cümleleriyle sarhoş oluyoruz. Nabi Bey’in kitabında tarihsel ve toplumsal olaylara dair sınırlı veri var; ama kendisine, aile bireylerine ve dostlarına ait -olayların merkezinde kendisi kalmak kaydıyla- çokça ayrıntı var. Biz Nabi Bey’in yaşantısından ders çıkarması gereken yeni kuşaklar olarak neden bu bilgileri okuyoruz? Bu kitabı okurken kitlelere mal olmuş birinin her saniyesi kıymetli yaşam öyküsüne mi şahitlik ediyoruz? Vakti zamanında Lin Biao, Mao Zedong etrafında bir kişi kültü yaratmış ve “O’nun tek bir cümlesi bile binlerce cümleden çok daha önemlidir” demişti. Nabi Bey’in Mao’dan aşağı kalır yok!

Altınoluk’ta geçen çocukluk anıları anlatılırken bir anda zaman ve mekân kırılması yaşanıyor. Takvim aniden 2017’yi göstermeye başlıyor, mekân ise Rojava. Nabi Bey orada iki gerillayla röportaj yaptığından bahsediyor; bu röportajın da Umut Gazetesi’nde yayımlandığını anımsatıyor. İlerleyen sayfalarda kendisini bir gazeteci zannetmeyelim diye de o topraklara öyle kolay ulaşılamayacağını, oraları otostopla gidilecek yerler sanmamamız gerektiğini vurguluyor. Kaldı ki, önsözde de belirtildiği üzere bütün geçmişi yasa dışı örgütlerde, hapishanelerde ve sürgünde geçmiş biri aniden gazetecilik faaliyeti yürütecek değildi.

Nabi Bey’in kitabının 56. sayfasına yazdığı bu paragraf, birkaç olasılık üzerinde akıl yürütmemize sebebiyet veriyor. Nabi Bey eğer gerilla mücadelelerine, dış politikaya meraklı bir Gazete Duvar analisti ise neden Umut Gazetesi gibi bir devrimci yayın kuruluşunu tercih ediyor ve Almanya-Rojava seyahatini mistik bir havaya büründürüyor? Bir röportajcı olarak en fazla görevini icra ediyordur. Yok eğer mesele daha başkaysa, yani Nabi Bey’in hissettirmeye çalıştığı gibi bu gidiş gelişler öyle kolay işler değilse, kendisi de mühim sayılabilecek bir vazifede ise, Göze’yi, Özge’yi, Muzaffer’i birkaç satırla anmak hem de bu satırların hemen birkaç sayfa sonrasında çocukluğundaki bir çeşmeden bahsedip kuruyan çeşme-Türkiye alegorisi yapmak ya da suyun şarkısı gibi sığ metaforlar kullanmak acaba Nabi Bey’in tüketemediği yarınlara ne gibi katkılar sunmaktadır? Nabi Bey, örgüt isimlerini önsözdeki gibi ardı sıra yazmaktan çekinmiyor; ama o harflerin altındaki yeni kuşakları, kahramanlığı, hainliği, acıları, cesareti, itirafçılığı sorgulamaya gerek bile duymuyor. Varsa yoksa söz konusu olan daima kendisi oluyor. Muhtemelen yaşadıklarından ötürü, yani bir gerilla gibi ölmeye ramak kaldığından ya da vakti zamanında müebbet tutsaklığı gözü kestiğinden bu ağlak edebiyatı sürdürmekten çekinmiyor. Bu sözleri etmeye hakkı olduğunu düşünüyor. Ama Nabi Bey’e ölmediğini, hala yaşadığını, Almanya’da ikamet ettiğini, tüm bu risklerin artık mazide kaldığını ve hayatındaki tek baskının o müstesna bedeni korumak için sıkı sıkıya uymayı iki yıldır ihmal etmediği Kovid karantinası olduğunu hatırlatmak gerekiyor. İşin en üzücü yanı da ona Özge ve Muzaffer’in ardından “Bitlos Şaban, Nursen ablaya aşıktı. Ama Efe Necati’den kız istemek zordu. Bayise teyze çok sevdiği kocası Yahya enişteyi…” cümlelerini kurmaması gerektiğini söyleyecek, bu tarza dur diyecek bir yakın dostunun çevresinde olmamasıdır. Dobra eleştiri yapma misyonu Tanıl Bora’ya kalmışsa eğer sonucun da böyle olmasına şaşırmamak gerekir.

Nabi Bey, önce Altınoluk’un yerel dayanışma ağlarını komünist devrimcilik mertebesine yükseltip tüm örgütlere Altınoluklu gençleri örnek gösteriyor, sonra konu değişiyor bir cigaranın nasıl yakılacağını anlatıyor. Biraz sonra Marksizmin metodolojisi üzerine ahkam kesiyor, yetmiyor örgütlerdeki grupçuluğu eleştiriyor. Aklına ne geldiyse yazmış. Tam kitap bitti sanıyoruz, hop yeniden başlıyor. Nabi Bey kendini anlatmaya doyamıyor…

Nabi Bey doyumsuzluğu bir özet yaparak, bir simge bularak gidermek istiyor. Bu kadar şey yaşamış birisi olarak muhtemelen gönlünden adıyla özdeş olacak bir akım çıkması geçerdi. Ama “şimdilik” ülke bu kadarına hazır değil… Bu eksiği ancak 68’lilik, 78’lilik gibi bir kuşak yaratmak giderebilirdi. Nabi Bey, tam da kendisinin olaylara iştirak ettiği zaman dilimini -1987’yi- bir kuşak olarak saptıyor. Nabi Bey’in metodolojisinin kıymeti bilinseydi herkes kendi yirmili yaşlarını bir kuşak olarak saptar ve 95’liler, 05’liler, 15’liler ortaya çıkar, bir kuşaklar enflasyonu meydana gelirdi.

Başka mecralarda daha önceden yayınlanmış ve yaklaşık 150’yi aşkın sayfa tutan yazıların ardından kitabın sonuna geliyoruz. Kitap, eğer onun ruhuna dahil olmayı başaracak bir okur bulabilirse muhtemelen o okur, böylesine bütünsel bir devrimcinin Türkiye sathından uzaklaşmasını tarihin en büyük kaybı olarak görecektir. Bu hayali okura benim teselli sözüm ise şu olurdu:

“Ey okur, yoldaş, hiç tasalanma… Türkiye’de devlet varsa, Almanya’da da bir devlet var. Türkiye’de işçiler ve ezilenler varsa Almanya’da da var. Hem Türkiye zaten eskisi gibi özgün devrim teorilerinin ateşli tartışmalarının yürüdüğü bir devrim havzası değil artık. Türkiye, tıpkı Almanya gibi kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü ve burjuvazinin zor yoluyla devrilmesi gereken sıradan bir burjuva diktatörlüğü. Nabi Bey ve uzun yıllardır süslü Avrupa kentlerinde sürgünde yaşayıp, kalemlerini bastıra bastıra anılarını yazan yıpranmış devrimcilerimiz, mücadele azmini yüreklerinde hala yoğun olarak taşıdıklarını ve teoriyi hatim ettiklerini iddia ettiklerine göre mutlaka meziyetlerini bu ülkelerde gösterecekler ve oraların komünist partilerinin önderleri olacaklardır.”

Dileğimiz ve temennimiz sadece budur. Biz Türkiyelilerin kıymetini bilemedikleri hatırat yazarlarımızın değeri umarız Avrupa proletaryası ve ezilenleri tarafından kısa sürede fark edilir.

Çağdaş  Balcı


[1] Brecht – Bizden sonra doğanlara