Yol kenarına sıralanmış
Altın sarısı yeleleriyle güneşi selamlayan
ayçiçeği tarlalarını bir daha göremeyecek
Mavi sulara ayağımızı uzatıp
Gökyüzüne asılmış yıldızları izleyemeyeceğiz
Sanki buzullar erimek istemiş gibi, sanki yağmurlar kendiliğinden yağıyor, yangınlar kendiliğinden çıkıyormuş gibi burjuva–liberal çevrelerde dış etkilerden bağımsız bir “iklim krizinden” söz ediliyor. Yaşadığımız felaket Hephaistos ile Poseidon’un savaşından da kaynaklanmıyor. Her ne kadar tüm mecralarda sera gazı salınımından, enerji politikalarından, Paris anlaşmasından, BM Hükümetler Arası İklim Paneli’nin raporlarından söz edilse de, hatta aralarda kapitalizm kelimeleri geçse de ne sorunun gerçek adı güçlü bir şekilde vurgulanıyor ne de çözüm yolu açık bir şekilde ifade ediliyor.
Geçtiğimiz temmuz ayı içerisinde Kanada ve ABD’de 48 dereceyi bulan aşırı sıcaklar nedeniyle yaklaşık bin kişi hayatını kaybetti. 27 Temmuz 2021 tarihi itibarıyla 4 bin 900’den fazla yangında 2,5 milyon hektardan fazla ormanlık alanın yandığı açıklandı. Yine temmuz ayı içerisinde Almanya, Belçika ve Hollanda’yı etkileyen sel felaketinde yaklaşık 250 kişi hayatını kaybetti. Pakistan’ın Yakubabad kentinde 52 derece olarak ölçülen sıcaklıklar, Cizre’de 49,1 derece olarak termometrelere yansıdı. Daha kötüsünü ve acı sonuçlarını ise günlerdir bizzat yaşıyoruz zaten; Türkiye yüz ölçümü itibariyle ABD, Çin, Kanada ve Rusya gibi ülkelere kıyasla nispeten küçük bir coğrafyaya sahip olsa da Ege–Akdeniz kıyılarında aşırı sıcaklardan kaynaklı yangınları, Doğu ve Batı Karadeniz ile Van ve Hakkari bölgelerinde aşırı yağışlar ve selden kaynaklı ağır sonuçları yaşıyoruz. Sinop ve Kastamonu’da yaşamakta olduğumuz yıkımın sonuçları henüz ortaya çıkmadı. Medyaya yansıyan görüntüler korkunç ve yüzden fazla can kaybından söz ediliyor.
Suçlu insan mı?
“İnsanın doğaya müdahalesi” deniyor, insan müdahalesinden kaynaklı olgular karbon salınımı nedeniyle küresel ısınmaya, iklimin bozulmasına, buzulların hızla erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine, aşırı sıcaklık, ani ve yoğun yağış, hızları artan fırtınalar gibi sonuçlar yaratıyor deniliyor. Biliyoruz ki ateşin bulunması da, tarım devrimi de insanın doğaya müdahalesi idi. Ancak hiçbir şey yüz binlerce yıllık tarih içerisinde sanayi devrimi kadar ağır sonuçlar yaratmadı. 1850 yılından bu yana dünyanın sıcaklığı yaklaşık 1 derece arttı. BM Hükümetlerarası İklim Paneli son yayınladığı raporda bu artışın +1,5 derece tutulması gerektiğini öneriyor. Ancak aynı raporda bunun mümkün olamayabileceği de ayrıca vurgulanıyor. Yine aynı raporda +2, +3 ve +4 derecelik artışlara dair sıcaklık ve yağış değişimlerine dair ihtimallere yer veriliyor. Tabi bu ihtimaller canlı yaşamının hızla yok oluşa sürüklendiği bir geleceğe aralanıyor.
Diğer taraftan savaşlar bir yana küresel ısınma, çevre felaketleri ve iklim krizi dünya çapında çok büyük göç hareketlerine, göç edenler açısından ayrı yıkımlara, göç edilen yerlerde ise büyük toplumsal sorunlara ve çatışmalara yol açacak.
Önümüzdeki dönemde hem iç göç hem de dış göç anlamında iklim mülteciliği kavramı çok daha fazla gündemimize girecek. Şimdi her ne kadar Suriyeliler ve Afganlar bağlamında Türkiye’de mülteciler tartışma konusu olsa da çok yakın bir zamanda Türkiye toplumu da iklim mültecisi konumuna düşecek veya bu göç hareketlerinin hedefi durumuna gelecek. İsviçre merkezli İç Göç İzleme Merkezi tarafından yayınlanan rapora göre yalnızca 2008–2018 yılları arasında 265 milyon insan doğal afetler nedeniyle göç etmek zorunda kaldı. Bir tıp dergisi olan The Lancet’te yayınlanan bir araştırmada Kanada, Türkiye ve İsveç’in en fazla göç alan üç ülke olacağı ifade edildi.
Ülkemizde başta Suriyeliler ve Afganlar olmak üzere mültecilere karşı devlet kaynaklı sivil faşistlerin katılımıyla provokasyon ve saldırılar örgütlenirken Ege, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde yaşanan felaketlerin yol açacağı iç göç ve insani yıkım ise özellikle gizleniyor.
Bugün özellikle sel felaketi yaşanan yerlerde meseleyi “dere yataklarının betona gömülmesi” basitliğinde ifade etmek maalesef gerçeği ortaya çıkarmaya yetmiyor. Evet, dere yatakları rant amaçlı yerleşime açıldı, evet yerel yönetimler ve merkezi hükümet tarafında bu alanlar yağmalandı, buralardan herkes çıkar sağladı. Evet, AKP’li Orman Bakanlığı yangın söndürme uçaklarının tamiri için 4 milyon dolar bulamazken, Orman Sporun basketbol takımına 40 milyon dolar harcadı… Ancak sorun AKP’nin yağma ve talanına, soygununa, vurgununa, halk düşmanlığına sıkıştırılamaz. Son aylarda yaşanan felaketlerde ve can kayıplarında anladık ki AKP de diğer partilere ait yerel yönetimler de, AKP öncesi hükümetler de öngörülebilir, hatta öngörülüp öneriler sunulmuş felaketlerin yıkımının önlenmesi açısından neredeyse hiçbir şey yapmamış, kaçınılmaz geleceği izlemekle yetinmiş, bu arada bol bol vergi toplayıp arada kaldırım taşı döşeyerek, harç alıp yapı ruhsatı dağıtarak durumu idare etmişler. Yani bir bütün olarak devlet toplanan vergilerden, rant alanlarından elde edilen gelirlerden milyon dolarlık zenginliğe sahip bürokratlar ve “memurlar” yaratırken Rize’nin, Kastamonu’nun, Sinop’un, Muğla’nın Antalya’nın, kısacası ülkenin köylüsünü, yoksulunu, emekçisini kendi kaderine terk etmiş.
Şimdi gelinen aşamada distopyaların tam olarak kendisini değil ama maalesef ön sunumunu yaşıyoruz. Bilimsel araştırmaların tüm sonuçları geleceğin bundan daha parlak olmadığını gösteriyor, tabii bu durumun sebeplerini ortadan kaldıracak hızlı ve radikal bir müdahale olmazsa…
Peki nedir o müdahale?
Sanayi devriminin yol açtığı çevre felaketleri, kirlilik, küresel ısınma vb. konular esasen ve sadece bu günün gündemi değil. On yıllardır çeşitli bilimsel araştırmalar, kurum ve kuruluşlar, dernekler ve yurttaş inisiyatifleri bu soruna dikkat çekiyor; konu üzerine bilimsel araştırmalar kadar edebi yayınlar basılıyor, sinema filmleri bu distopyayı ekranlara taşıyordu.
Türkiye’de ilk çevreci kuruluşların 1970’lerde temelinin atıldığını görüyoruz. Ancak esas yönelim 1990’lardan sonra başlıyor. Deniz, hava ve toprak kirliliği üzerine, çevre ve doğanın, tarım ve orman alanlarının korunması üzerine çok sayıda bilimsel kuruluş ve sivil örgütlenme 90’lar sonrasında çalışmalarına başlıyorlar. Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu (TÜRÇEK) 1972 yılında kurulan ilk çevreci örgütlenme olurken, TEMA, TURMEPA, ÇEVKO gibi ismini daha sık duyduğumuz çevreci örgütlenmeler 1990 sonrasında kuruluyorlar. Bu durum tesadüf değil tabii, 1992 yılında Brezilya’nın Rio kentinde yapılan Dünya Çevre Zirvesi’nde küresel iklim krizinin uluslarası bir sorun olarak ifade edilmesi bu konudaki çalışmaları ve örgütlenmeleri de hızlandırmıştır.
Ekoloji eksenli veya çevreci adıyla ifade edilebilecek örgütlenmeleri ana hatlarıyla dört ayrı gruba ayırabiliriz:
Birincisi bazı bilim insanlarının öncülük ettiği dernek ve kuruluşlar… Bu örgütlenmeler çeşitli bilimsel araştırmalar ve raporlamalarla konuya dikkat çekiyor, yer yer yurttaş girişimleriyle birlikte veya resmi kurumlar nezdindeki başvurularla çevre sorunlarına çözümler bulmaya çalışıyorlar.
İkinci grupta ise isimlerini sık sık basında gördüğümüz çevreci örgütlenmeler var. Bu örgütlenmeler çoğunlukla sorunun kaynağı olan büyük sermaye gruplarıyla iç içe çalışan veya o sermaye gruplarıyla her hangi bir sorun yaşamayan, ağaç dikerek, doğal tohum kullanarak, yapay gübreye karşı çıkarak, denizden çöp toplayarak soruna çözüm arayan veya soruna dikkat çekmeye çalışan kuruluşlar…
Bir diğer grup ise sorunun kaynağını bütünsel bir bakış açısıyla ele almayan, kapitalizmi kapitalizmden bağımsız eleştiren, deyim yerindeyse sermayenin ve kapitalist üretim ilişkilerinin yaralarını sarmaya ve onu sınırlamaya çalışan yarı liberal, yarı anarşist gruplardan oluşan aktivist topluluklarıdır.
Ve nihayet dördüncü grup ise çevresel yıkımın hedefinde bulunan, mağduru olan yerli halk veya köylülerdir. Ülkemizde Bergama direnişini duymayan kalmamıştır. Aynı şekilde bugün hala devam eden Rize İkizdere, Muğla İkizköy ve Diyarbakır Hevler direnişleri bu bağlamda sayılabilir. Ortaya çıkış dinamikleri açısından Gezi Direnişini de bu kapsamda saymak gerekiyor.
Bu bağlamda şunu ifade etmek gerekiyor; küresel ısınma, iklim krizi ve çevresel felaketler konusu yerel halkın ve köylülerin sorumluluğuna bırakılacak bir konu değil. Onlar sorunun mağduru durumundalar ve hayatlarına, yaşam alanlarına canla, başla sahip çıkmaya çalışıyorlar. Bu konuda köylülerle kurulacak temas ise sadece aktivist turizmini değil, iyi niyetli dayanışma ilişkileri çerçevesini de aşmak zorunda. Benzer şekilde bilimsel çalışmalar yapan kuruluşlar da üzerlerine düşen sorumluluğu ziyadesiyle yerine getiriyorlar. Eksik olan ise bilimsel çalışmaların rapor ve sonuçlarını devrimci teori ile buluşturup, o teoriye uygun devrimci pratiği köylülerin ve emekçilerin mücadelesiyle kaynaştırmak. Devrimciler çevresel yıkımla mücadele alanını neredeyse liberal–anarşist çevrelere bıraktıkları gibi çevresel yıkımın sonuçlarını kınayan açıklamalar yapmanın ötesine de geçemiyorlar.
Açık ne net bir şekilde adını koymamız gerekiyor; iklimde yaşanan kriz hali ve onun sonuçlarına karşı büyük bir örgütlülük yaratıp bu tabloyu dünya çapında değiştirme iradesini ortaya koymak, emek mücadelesinin birinci sırasına yazılmak zorundadır.
Esasen yaşanan yıkımın protestocusu aşamasında dahi değiliz. Ancak hızla bulunduğumuz durumu değiştirmek kapitalist yıkıma karşı komünist bir dünya mücadelesini yükseltmek sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Mavi denizleri korumak da ormanları yaşatmak da yıldızları izlemek de sarı başaklı tarlalar arsında yolculuk etmek de mümkün; kaderimize razı olmadan hayatımıza sahip çıkmalıyız…
Ardil Dizdar