Fransa’nın Londra Büyükelçisi Daniel Bernard bir kokteylde diplomatik teamülleri unutup “dünyanın karşılaştığı problemlerin hepsi bu b..tan ve küçücük ülke İsrail’den kaynaklanıyor. Niçin bu adamlar yüzünden III. Dünya savaşı tehlikesiyle karşı karşıya olalım?” dediğinde, bu sözlerine pek bir tepki verilmemişti. Ancak 2003 yılında bir AB kurumu olan Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Dairesi’nin yaptırdığı ancak nedense kamuoyuna açıklanmayan bir araştırmanın sonuçları Daniel Cohn Bendit tarafından basına sızdırılınca sessizlik kırıldı. Araştırmaya göre El Aksa İntifadası olarak da anılan İkinci İntifada’nın başladığı 2000 Sonbaharı ile 2002 yılı yazı arasında AB üyesi 15 ülkede Yahudilere; sinagog, okul, mezarlık gibi kurumlarına ve dinsel sembollerine karşı sözlü ve fiziki saldırılar ciddi bir artış göstermişti. Üstelik bu saldırılarda Nazi sembolleri ve terminolojisi sık sık kullanılıyordu. Daha da kötüsü Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya, Avusturya ve Hollanda’da 500’er kişiden toplam 4000 deneğe yöneltilen “Yahudiler kendi ırklarından olmayan hiç kimseye değer vermezler” önermesini İspanyolların yüzde 34’ü, Avusturyalıların yüzde 29’u doğru bulduklarını söylüyorlardı. İspanyolların yüzde 33’ü, İtalyanların yüzde 27’si “Yahudiler istediklerini elde etmek için her yolu mübah görürler” yargısına katılırken, “Yahudiler İsrail’e halen yaşadıkları ülkelerden daha sadıktırlar” şeklindeki yargı cümlesine İspanyolların yüzde 72’si, İtalyanların yüzde 58’i, Almanların yüzde 55’i onay veriyordu. Üstelik 16.yüzyıldan beri Avrupa’nın tüm muhaliflerine kapılarını açmakla ünlü, “hoşgörü vahası” Hollanda’da bile bu oran yüzde 48 idi. Avrupa Konseyi’nce 2003 Ekim’inde yaptırılan bir başka araştırmaya göre ise, Avrupalıların yüzde 59’u İsrail’i dünya barışının önündeki en büyük tehlike olarak görüyordu. Yani medeni kıtada durum pek parlak değildi.
Peki Türkiye’de durum nasıl? Bugün google benzeri arama motorlarında “Türkiye’de antisemitizm” konusunu araştırdığınızda karşınıza çıkan binlerce siteye bakılırsa Türkiye’de anti-semitizm yoktur, hatta hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Bu görüşü World Jewish Congress, Anti Defamation League (ADL) gibi uluslararası Yahudi kuruluşları da, Türkiyeli Yahudi işadamlarının kurduğu 500.Yıl Vakfı da paylaşıyor. Türkiye Yahudilerinin Hahambaşısı İshak Haleva, 15 Kasım 2003 tarihindeki Sinagog katliamlarının hemen ardından Tercüman gazetesine verdiği demeçte “Biz Türkiye’de gayet rahatız. Bir problemimiz yok” demiş, sosyal-demokrat işadamı İshak Alaton saldırıdan Zaman gazetesine ve Fransız Le Nouvel Observateur dergisine “Türkiye’de Anti-semitizm yoktur!” diyerek durumu teyid etmişti. Sonuçta, Avrupa Konseyi’nin geçtiğimiz Şubat ayında Türkiye’ye yönelttiği ancak herhangi bir örnekle desteklemediği için inandırıcı bulunmayan uyarısını ve Simon Wiesenthal Center adlı insan hakları kuruluşunun 23 Ağustos 2004’de Vakit gazetesine yönelik eleştirisini saymazsak, Türkiye’nin anti-semitizm sicili tertemizdi! Ancak tarih bilgimiz bize, Yahudilerin eşit değil ama Avrupa’daki soydaşlarına göre rahat yaşadığı anlaşılan Osmanlı dönemini bir yana bırakırsak, Cumhuriyet döneminde anti-semitizmin çok açık örneklerinin yaşandığını söylüyor. Bu konudaki en kapsamlı araştırmaların sahibi Rıfat N. Bali’nin kitaplarını okuyanlar 1934 Trakya Olayları, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları, 1941’deki Struma faciası, Yirmi Kur’a İhtiyatları, 1942 Varlık Vergisi gibi konularda etraflı bilgilere ulaşabilirler. Bunun ötesinde, Cevat Rıfat Atilhan’dan Alpaslan Türkeş’e uzanan Türkçülük hareketinin Yahudi karşıtı düşünce ve politikalarını da tüm açıklığıyla görebilirler. Basında anti-semitik makalelerde artış yaşanması 1960’lardan itibaren oldu. 1986 Eylül’ünde Abu Nidal’a bağlı Filistinli teröristler Neve Şalom Sinagogu’na baskın yaptığında geride 22 ölü kalmıştı. 1987 Aralığında başlayan Birinci Filistin İntifadası’nın ardından Yahudi aleyhtarlığında ciddi bir artış yaşandığını ise pek çoğumuz hatırlar. O günden bu yana irili ufaklı pek çok şey yaşandı ama neyseki hiçbiri Avrupa’dakiler kadar vahim değildi. 1992’de Neve Şalom Sinagog’u bu sefer de Türk Hizbullahı’nın hedefi oldu, ama kimse bir Yahudi düşmanlığından söz etmedi. Peki o zaman, Konrad Adenauer Vakfı’nın 1998 yılında İstanbul’da yaptığı bir araştırmanın sorularını yanıtlayan gençlerin yüzde 70.6’sının “Yahudilerin iyisi olmaz, çoğu kötüdür” demesinin ya da Çukurova Üniversitesi’nden Müfit Gömleksiz ve Adnan Gümüş’ün 1997-99 arasında Adana’da 22 farklı liseden 1735 öğrenci arasında yaptığı araştırmada “Hitler Almanya’sında Yahudiler sürülmüşse, bunda kendilerinin tamamıyla suçsuz oldukları söylenemez”, “Yahudiler, tarihte pek çok kötülük yaptı”, “Yahudilerin (ve Ermenilerin) ülkemizi terk etmesi, bizim için çok iyi olur” gibi ifadelere katılımcıların sadece yüzde 30’unun karşı çıkmasının nedeni neydi acaba? Üstelik Eylül 2000’de başlayan El Aksa İntifadası’nın yarattığı etkileri ölçen bir araştırmaya henüz sahip değiliz. Gene de olayların sıklığındaki ve şiddetindeki farklılıklara karşın, Türkiye’deki anti-semitizm ile dünyadaki anti-semitizm arasında niteliksel benzerlikler olduğunu söyleyebiliriz.
Yeni anti-semitizmin karakteristikleri
Anti-semitizmin bugüne dek geçirdiği evreleri anlatmak için yerimiz sınırlı, ancak şunu söylemeliyiz ki, Hıristiyanlığın uzun tarihi boyunca, Katolik kilisesi Yahudilerin İsa’nın katili olduğu söylencesini öyle başarıyla yaymıştı ki, kitlelerin gözünde Yahudilerin kozmik birer şeytan haline dönüşmesine şaşmamak lazım. Fakat anti-semitizmin yaydığı nefret Yahudilerin yaşadığı şehir, bölge, ülke ile, yani yerel ile sınırlı kalmıştı. Halbuki şimdi bir çok insan için nefret nesnesi sadece kendi Yahudisi değil, aynı zamanda soyut “öteki Yahudi.” Gerçi ABD’deki Evanjelikler arasında önemli ağırlığı olan siyonizm destekçilerinin nihai hedefleri arasında Yahudileri “gerçek Hıristiyanlık” ile “ölüm” arasında seçim yapmaya zorlamak olmasına bakılırsa eski tip antisemitizmin meşruiyeti hala var ama yeni anti-semitizm asıl gücünü Hıristiyanlıktan, ulus-devlet inşaasının gerilimlerinden, moderniteye düşmanlıktan, sosyal Darwinci fikirlerden ve yerel ihtiyaçlardan sağlamıyor. Bunun yerine küreselleşmenin yarattığı müthiş belirsizlik ve güvensizlik içinde, her gün yaşam koşulları biraz daha kötüleşen insanların, bu durumun suçlusu olarak gördüğü küreselleşmeye, kapitalizme, emperyalist ABD’ye ve “ABD’nin Doğu kıyısını oluşturan” İsrail’e düşmanlığından besleniyor. ABD’deki evanjelikleri “Protestan Yahudiler” olarak adlandıranlar bile var. Hatta çoğu kişi için asıl suçlu ABD bile değil, ABD politikalarını belirleyen “küçük Yahudi grubu.” Nitekim Amerikan aşırı sağı, ABD hükümetlerini ZOG (Zionist Occupied Government) diye adlandırıyor. Küresel anti-semitizm artık kendisini Shakespeare’nin sinsi ve şeytani Shylock karakterine karşı değil, askerî ve politik zorba “Rambo Yahudi”ye karşı tanımlıyor. Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından, 11 Eylül olaylarına kadar pek çok terör olayının ardında Yahudi parmağına işaret eden şehir efsaneleri de cabası.
Küresel anti-semitizmin bir başka özelliği, artık anti-semitik söylemlerin neo-Nazilerin, dazlakların ya da ultra milliyetçilerin tekelinde olmaması. Avrupa ve Amerikan solu ile Avrupa’daki müslüman diasporası arasında, ya da ülkelerin kendi sol ve sağları arasındaki büyük bir yakınlaşmaya şahit oluyoruz. Ama asıl önemlisi bu kesimlerin anti-Amerikancılık, anti-Siyonizm, anti-İsrailcilik ve anti-semitizm söylemlerini birbirinden ayırmanın giderek zorlaşması. Bir başka özellik ise anti-semitizmin sadece sokaklarda değil, hükümet yetkilileri, medya, üniversite, sendika mensupları gibi elitler arasında da taraftar bulması. Eskiden Yahudilerin şeytanlaştırılması işi Hıristiyan Avrupa’dan çevre ülkelere doğru yayılırken, şimdi anti-semitik merkezlerin hem sayısı çoğalması, hem de akışın yönünün değişmesi de yeni bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Artık Avrupa’dan çevreye, çevreden Avrupa’ya çok yönlü bir akış var, hem Avrupa, hem Ortadoğu birer merkez. Öte yandan küresel anti semitizm, çağın teknolojik olanaklarını sonuna kadar kullanarak medya ve internet aracılığıyla dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılıyor. Komplo teorileri best-seller kitaplara dönüşüyor ve milyonlarca kişiye ulaşıyor. Yeni tip anti-semitizmin en alışılmadık özelliği ise, bizzat Yahudilerin içinde gelişen anti-semitizm olsa gerek.
Aşırı sağcıların anti-semitizmi
19.yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında ulus-devlet inşaası sürecinde dolaşıma sokulan “öteki” meselesine bir kılıf gibi uyan Yahudi düşmanlığının II. Dünya Savaşı sırasında aldığı şekli tekrar anımsatmaya gerek yok. Ancak bazıları bunu unutmuş olmalı ki Avrupa aşırı sağı Holocaust’un korkunç imgesinin artık soluklaşmaya başladığı dönemde yeniden atağa geçmeye cesaret edebildi. Bu atağın habercisi Auschwitz Yalanı adıyla popülarize edilen Holocaust ya da Soykırım inkarcılığı idi. Soykırım iddiasının Almanya’yı kötü duruma düşürmek isteyen Yahudi-Siyonist komplocuların ürünü olduğunu ileri süren Roger Garaudy, Robert Faurisson, David Irving, Jürgen Graf ve Wolfgang Fröhlich gibi “revizyonist” tarihçiler arasında gaz odaları üreten bir firmanın baş mühendisi olan Fred A. Leuchter’in de olması sadece bir ironi olmasa gerek. 1980’lerden itibaren Yahudi soykırımının ya hiç olmadığı, ya da boyutlarının abartıldığı temelinde yükselen bu kampanyalar sonuç vermiş gibi görünüyor çünkü Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Dairesi’nin bulgularına göre AB ülkelerinde halkın yüzde 42’si “Yahudilerin soykırım hakkında ‘çok fazla’ konuştuğunu” düşünüyor. 2004 yılında neo-Nazi anti-semitizmin en çok görüldüğü ülkeler ise Almanya, Avusturya, Belarus, Belçika, Litvanya, Polonya, Romanya, Rusya, Slovakya, Ukrayna oldu. Sadece Rusya’da 50 bin dazlak olduğu söyleniyor.
Türkiye’de ise bu konuda çok ciddi bir kötüleşme yok. Türkiye’deki sağcı çevrelerin en önemli etkinliği Adolf Hitler’in Kavgam kitabını okumak gibi görünüyor. Türkiye’de 1940 ila 2005 yılları arasında 40’a yakın çevirisi yayınlanan kitap, sadece bu yıl 13 yayınevince yeniden basıldı, onbinlercesi en uygun fiyatlardan satışa sunuldu. Kitabın MHP ve Genç Parti gibi “milliyetçi” partilerin üyeleri arasında çok popüler olduğu söyleniyor. Ancak genel eğilim, kitabın popülaritesini anti-semitizmden çok “yükselen Türk milliyetçiliğini” özellikle Kürtlere karşı duygularına bağlamak yolunda oldu. Gerek sağ, gerek liberal ve sol kesimlerin kitabın satış rekorları kırmasını anti-semitizme değil, Kürt karşıtlığı temelinde şahlanan milliyetçi tepkiye bağlamasını ise “bizde anti-semitizm yoktur” ön kabulünün masum bir tezahürü olarak mı yoksa politik körlük olarak mı değerlendirmek gerekir, karar vermek güç.
Ortadoğu’da durum
Dünyanın bütün köşelerinde anti-semitizm konusunda rahatsız edici şeyler yaşanıyor ama hiçbir bölgede Ortadoğu’daki kadar ciddi bir durum söz konusu değil. Özellikle Mısır, Lübnan ve Suriye’deki anti-semitik eylemler ürkütücü boyutlarda seyrediyor. 1930’larda Kudüs başmüftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin başlattığı ve tilmizlerinden Seyyid Kutub’un biçimlendirdiği Ortadoğu anti semitizmi 1980’lerden itibaren bölge ile yakın ilişki içine giren “soykırım inkarcıları” tarafından yeni malzemeler ile donatılan Ortadoğu anti-semitizminin esin kaynağı Nazizm ama, enerjisini İsrail-Filistin ilişkilerinin yarattığı gerilimden alıyor. Arap ülkeleri, epeydir başlarına gelen her kötülük yüzünden Yahudileri suçluyorlar. Ama Ortadoğu’nun sadece İsrail-Filistin çatışmasının kapanına kısılmadığını, bölgenin aynı zamanda gecikmiş modernleşmenin sorunlarıyla karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Bölgedeki 22 Arap ülkesinin hemen hepsinde hakim olan otokratik yönetimlerin, sorunları çözmekte yetersiz kaldıkları durumlarda, İsrail’i suçlamaları olağan sayılıyor. Ancak çoğu zaman bu düşmanlık, gayri meşru görülen İsrail devleti ile sınırlı kalmıyor, asıl istenmeyenlerin bizzat Yahudiler olduğunu düşündürecek şeyler yaşanıyor.
Ancak İsrail’i ve ABD’yi eleştirmeyi hemen anti-semitizm başlığı altında tasnif etmek doğru mu? Oxford’daki St. Antony Koleji’nden E. Ottolenghi 2003 Kasım’ında The Guardian’da yayımlanan makalesinde “anti-siyonizm=anti-semitizm” dediğinde kıyamet kopmuştu. Aynı günlerde AB Dış İlişkiler Komiseri Chris Patten “İsrail hükümetlerine yönelik eleştirilerin İsrail’e düşmanlık anlamına gelmesi komik” diyerek bu teze itiraz etti. Her iki tarafın da haklı olduğu noktalar var, fakat bugün tartışmalarda kullanılan dil o kadar kutuplaştı, o derece çarpıtıldı ki, anti-İsrailcilik veya anti-Siyonizm nerede bitiyor, anti-semitizm nerede başlıyor kestirmek zor.
Son yıllarda, apartheid, soykırım, faşizm, Nazi, Gestapo, temerküz kampı gibi sözcüklerin, gerek İsrail politikalarını gerekse başka olayları eleştirmek amacıyla kullanılmasından kimse rahatsız olmuyor. Mesela 2002 yılında İngiliz gazetesi Independent İsrail Başbakanı Ariel Şaron’u Filistinli bir bebeğin kafasını yerken gösteren bir karikatür yayınlamıştı. (Karikatürün aynı yıl en büyük karikatür ödülünü alması da cabası oldu.) Yahudilerin “Hamursuz” Bayramında Hıristiyan çocukları öldürerek kanlarını mayasız ekmeklerine (matzah) kattıkları, kuyuları zehirledikleri ve salgın hastalıklar yaydıkları biçimindeki eski korkunç söylenceyi ima eden bu karikatür, çizerine bakılırsa, güya Goya’nın bir resminden ilham almıştı, ancak sıradan okuyucunun bu inceliği farketmeyeceğini editörler herhalde biliyorlardı. Aynı şekilde Liberal İtalyan gazetesi La Stampa’nın bir İsrail tankının üstündeki sepete konmuş bebek İsa’ya “lütfen beni tekrar öldüreceklerini söylemeyin” dedirtmesi de basit anti-İsrailciliğe pek benzemiyordu. İsrail aleyhtarlığı yaparken, “Ariel Şaron Hitler’in, İsrail ordusu Wehrmacht’ın, daha da kötüsü SS’lerin yeniden doğuşudur” ya da “Ramallah ve Cenin ile Auschwitz ve Buchenwald aynı şeylerdir” anlamında sözler sarfedilmesi ya da Suriye Savunma Bakanı Mustafa Tlas’ın yazdığı kitapta “Yahudiler kanınızı Siyonist ekmeklerine koymak için sizi öldürebilirler” demesi de bu açıdan pek masum gözükmüyor.
Ortadoğu’nun politik ikliminden çabucak etkilenen Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. İslamcı Bilim Araştırma Vakfı’nın lideri Adnan Hoca mahlaslı Adnan Oktar’ın en büyük hedefi Farmasonlar ve Yahudilerdi. Vakıf tarafından bedava dağıtılan ‘Soykırım Yalanı” ve “Yeni Mason Örgütü” adlı iki kitap ve 1994’de yayınlanmaya başlayan Siyasi Çizgi adlı bülten, Türkiye’deki pek çok aydına bedava postalanmıştı. Vakıf, 1997 yılında “İsrail’in Kürt Kartı” adlı kitabı yayınlayarak, günümüze kadar gelen komplocu görüşe ilk çimentoyu attı. Bu yıl, o sıralar Refah Partisi’nin İstanbul Belediye başkanı olan Tayyip Erdoğan “Yahudiler Filistin’deki Müslümanları Zionizm adı verilen politik Yahudilik adına ezmeye başladılar. Bugün Yahudi imajının Nazi imajından hiç farkı yoktur” dedi. 1996’da Roger Garaudy’nin yazdığı Les Mythes fondateurs de la politique israélienne (İsrail Politikasının Kurucu Mitleri) ile İslamcı Tarih ve Medeniyet Dergisi’nde yayınlanan “Yahudi Kıyımı Miti:İnsanlığın Duygularını İstismar Etmek İçin Uydurulmuş Bir Yalan” başlıklı makaleyi 1998 Temmuz’unda İslamcı Akit gazetesinin verdiği 98 sayfalık bir Soykırım Yalanı eki izledi. Aynı dönemde, İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C), Türk Hizbullahı, İslami Cihad ve İslami Kurtuluş Örgütü gibi oluşumlar Cuma namazlarında anti-semitik ve anti-İsrailci bildiriler dağıtıyorlardı. Milli Gazete, Akit, Yeni Şafak, Selam, Siyah Bayrak gibi gazetelerde anti-semitik söylem sertleşirken, Zaman gazetesi bu konudaki tutumunu yumuşatmıştı. Bu durum gazeteyi kontrol ettiği ileri sürülen finans grubunun başı olan Fethullah Gülen Vakfı’nın ‘dinlerarası hoşgörü politikası’na bağlandı.
Bugün de bu gazetelerin birçoğunda Kur’an’da Yahudilere yönelik eleştirileri, ırkçı bir mantıkla öne çıkaran yorumlara sıkça rastlanıyor. Bu türden ırkçı yorumlara yer veren gazetelerin tirajlarının düşük olması sevindirici, ancak 15 Kasım 2003 tarihli sinagog saldırılarını düzenleyenlerden Nurullah Kuncak’ın ailesinin Milliyet gazetesine “Evde büyük tepki olmadı. Çünkü Yahudilere yapılmıştı. Zaten Kuran-ı Kerim’de ‘Yahudileri dost edinmeyin’ diyor. [Yahudileri] Pek sevmezdik. Pek değil, hiç sevmezdik” diye cevap vermesini, bu yorumlardan bağımsız düşünmek zor. Saldırıların ertesinde ATV kameramanına konuşan vatandaşların “yoldan geçmekte olan ve Yahudilikle ilgisi olmayan masum insanlar öldüğü” için üzülmelerinin, yani saldırıyı yapanları, adeta “dikkatsiz oldukları” ve “Yahudi olmayanların da hayatını tehlikeye attıkları” için eleştirmelerinin altında neyin yattığını kestirmek ise zor.
Ancak gerek Ortadoğu’daki, gerekse Türkiye’deki İslamcı çevreler Avrupa’daki ve ABD’deki anti-semitizmin anti-müslümancılıkla içiçe geliştiğini gözden kaçırıyorlar. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra bu eğilim sadece ırkçı çevrelerde değil, entelektüel çevrelerde de taraftar buldu. Aslında Batılılar uzun süredir her türlü yabancı düşmanlığına hazır bir atmosfer içinde yaşıyorlardı. Göçmen ve mülteci akınlarıyla yaşam alanları giderek daralan, ucuz işgücünün rekabeti yüzünden işlerini kaybetme korkusu duyan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ya da terörizm tehlikesi ile uykuları kaçanların, anti-semitizmin yanına bir de müslüman düşmanlığı koymasının Yahudilere ödenmiş bir çeşit diyet olduğu bile düşünülebilir. Nitekim Almanya’daki Türk işçileri, Fransa’daki Cezayirli ve Faslı göçmenler bu nefret söyleminden nasiplerini alıyorlar. Örneğin 2002 Nisan ayında CSA adlı araştırma şirketinin Fransa’da 18 yaş üstü 1000 kişi arasında yaptığı bir ankete bakılırsa Yahudilerden nefret ettiğini söyleyenlerin oranı yüzde 10 iken, Kuzey Afrikalılardan nefret edenlerin oranı yüzde 23, Kuzey Afrika kökenli Fransızlardan nefret edenlerin yüzde 24 idi. Sadece ABD’de 11 Eylül sonrasındaki dokuz ay içinde Arap asıllı olduğu sanılanlara yönelik 700’den fazla saldırı, 800’den fazla işten çıkarma yaşandı. Fransa’da solcu sendikaların okullarda türban yasağını desteklemesini bu bağlamda değerlendirenler abartıyor olabilir ancak Hollanda’da yönetmen Theo Van Gogh’un Fas kökenli bir genç tarafından öldürülmesinden sonra, ırkçı grupların sadece camilere değil sinagoglara da saldırması tam da bu işbirliğini gösteriyor. Nefretin hedefi olanlar ise toplumsal dışlanmanın ve yoksulluğun yarattığı öfkeyi, Filistin meselesinden dolayı İsrail’e kızan cemaat önderleri ve solcu entelektüellerin işaret ettiği Yahudi gruplarına yöneltiyorlar. Böylece iki düşmanlık birbirini tetikleyerek sarmal halinde büyüyor.
Sol ve anti-semitizm
Anti-semitizmin tarihçesi düşünüldüğünde buraya kadar anlattıklarımız aslında pek de ilginç değil. Ancak sol akımlar arasında Yahudi düşmanlığının giderek artmasını anlamakta bir çok kişi zorluk çekiyor. Eylül 2000’de başlayan El Aksa İntifadası’ndan sonra ılımlı ya da radikal olsun, Mısır’da ya da Amerika’da olsun, sağ ve sol hareketlerin anti-Amerikancılık, anti-Siyonizm ve anti-İsrailcilik platformunda el ele vermesi artık olağan bir hal aldı.
Geleneksel olarak dinlere karşı mesafeli tutumu hatırlanınca, solun Hıristiyan önyargılarla değil, politik nedenlerle İsrail Devleti’ne karşı olduğu söylenebilir. Ancak, durum bu kadar basit sayılmaz Aslında solun Yahudileri sevmeye en çok yaklaştığı dönem onların hala “kurban” oldukları 19. yüyılın sonları ve 20. yüyılın başlarıydı. Buna rağmen, Proudhon’a göre “servet hırsızlıktı ve Yahudiler insanlığın en büyük düşmanlarıydı. Onları Asya’ya geri göndermekten ya da ister ateşle, ister öldürerek yok etmekten başka çare yoktu.” (Bu sözler ileriki yıllarda Proudhon’un proto-faşist olarak adlandırılmasına neden olacaktı.) Daha sonra efsanevi Rus anarşisti Mikail Bakunin’in Yahudileri “kan-emiciler, nevi şahsına münhasır parazitler” diye nitelediğini, Marx’ın Yahudi Sorunu üzerine yazdıklarını, dahası Marx’ın siyasi rakibi Lasalle’yi gözden düşürmek istediğinde ona “Yahudi zencisi!” diye hakaret ettiğini hatırlayınca solun bugünkü çelişkilerini anlamlandırmak mümkün oluyor.
Sonuç olarak Yahudilerin solun düşmanlığından kurtulmalarının tek yolu etnik ve dinsel kimliklerinden arınarak işçi sınıfının geniş denizi içinde kaybolmaktı. O durumda bile Rusya’daki emekçi Bund hareketi, Yahudi işçi sınıfı içinde Yahudilik propagandası yapmakla suçlanmış, devrimci liderlerden Troçki Bund mensuplarını “seyahat etmeye korkan siyonistler” diye alaya almıştı. Yani sol hiçbir zaman Yahudilere karşı tutumunu net bir şekilde belirlememişti. Şimdi ise, solun giderek zenginleşen ve güçlenen Yahudileri sevmesi için hiç bir neden kalmadı. Bugün dünyayı “ezenler ve ezilenler” paradigması içinde algılamaya daha yatkın olan sol için Yahudi, ezen sınıfların en tipik temsilcisi anlamına geliyor. Ortadoğu’da İsrail’in ABD ile işbirliği içindeki politikaları düşünülünce, Yahudiler, birden ezen sınıfların en üst kesimine dahil oluveriyorlar ve böylece ezilen Filistinliler ve müslümanlarla ittifak kurmanın mantığı da oluşuyor. Belki tüm bu unsurlara dünya çapında yenik olan solun elinde bir tek Filistin davasının kaldığını eklemek gerekir.
Türkiye’de 1970-80’li yıllarda Filistin’deki kamplarda “devrimci eğitim” gören kadrolar duygusal olarak Filistin davasına yakın oldular ancak tek tük olaylar dışında anti-semitizm şüphesi çekecek bir durum yaşanmadı. İkinci İntifada ile birlikte, solun İsrail’e yönelik söyleminde sertleşme başladı. Bu tartışmanın yüzeye çıkışı, Türkiye solunun saygın dergisi Birikim’in Ekim 2004 sayısında yayımlanan 117 aydının imzaladığı “Anti-Semitizme Sıfır Tahammül” başlıklı bildiri ile oldu. Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir konuda biraraya gelememiş kesimlerin İsrail Devleti karşıtlığı temelinde ve benzeri görülmemiş genişlikte bir koalisyonda toplandıklarını ileri süren imzacılar, Yahudilere duydukları düşmanlığı İsrail’in varlığında cisimleştiren İslamcı kesimle “Irak’ta savaşa hayır” sloganlarıyla yürüyen geniş bir sol kitle el ele alanları doldurmasını manidar bulmuşlardı. Aslında İslamcı hareketlere tepeden bakan Kemalist gelenekten beslenen sol hareketin İslamcılarla İsrail karşıtlığı temelinde bile olsa ilişki kurması sevindiriciydi, ancak bazı kesimler solun ittifak için yalnızca Filistin meselesini seçmesini anlaşılan pek masum bulmamışlardı.
İmzacılar, solun büyük bir kesiminin anti-semitizmi gündemine almamasını da eleştiriyorlardı. Bildirinin yayınlandığı sayıda yer alan “Madalyonun iki yüzü: Anti-semitizm ve Siyonizm” başlıklı dosyada konu enine boyuna tartışıldı. Dosyadaki yazılar genel olarak anti-semitizm ile anti-Siyonizm ve anti-İsrailcilik ayrımı açısından sağlıklı tahliller yapıyordu. Dosyaya bir makaleyle katkı yapan Roni Margulies, imzacıların Yahudilere duyulan düşmanlığı İsrail’in varlığında cisimleştiren İslamcı kesimlerle solcuların İsrail düşmanlığı temelinde ittifak yaptığı iddiasına karşı çıkarken, politik İslam’ın ya da solun Yahudi düşmanı olduğu iddiasına katılmıyordu. Bir başka yazar Ümit Kıvanç ise, İsrail Devleti’nin siyasi ve askeri icraatlarını eleştirenlere yöneltilen antisemitizm ithamı nedeniyle İsrail’i eleştirmenin neredeyse imkansız hale gelmesinden şikayet ediyordu. 10 Ocak 2005 tarihli Özgür Politika’da yayımlanan “Aman Anti-Siyonizmimize Halel Gelmesin…” başlıklı yazıyla Orhan Yılmazkaya solun bir başka yaklaşımına ışık tuttu. Yazar Siyonizm ve Yahudilikle ilgili politik ve dinsel çözümlemeler yaptıktan sonra “Yahudi dini siyonizmin çimentosu ve çıkış kaynağıdır (.) siyonizmi ve İsrail devletini savunmak için dini gerekçeleri kullanan Yahudiler’in dininin eleştirilmesine de kimse anti-semitizm diyemez” demişti. Taraflar arasındaki görüş ayrılığının temelini, aynen Batıda olduğu gibi, “İsrail’e ve Siyonizme karşı olmakla anti-semitizm arasındaki sınırın nasıl korunacağı” meselesi oluşturuyordu anlaşılan
Kendinden nefret eden Yahudiler
Sol içindeki tartışma tabii ki ilginç ancak, en ironiyle dolu iddia anti-semitizmin Yahudi cemaati arasında bile boy gösterdiği önermesi. Aslında Yahudi anti-semitizmi meselesi ile “İsrail’e veya Siyonizme her eleştiri getiren anti-semitik midir?” tartışması arasında sıkı bir bağlantı var. Çünkü bu “kendinden nefret eden” adlandırması Siyonistler tarafından İsrail’e ya da politikalarına karşı çıkan Yahudileri etkisiz hale getirmek için icad edilmişe benziyor. Bu adlandırmayı yapanlar, Yahudilerin hepsinin İsrail devletine bağlı olmadığını, kiminin Yahudi geleneklerine, kiminin Yahudi tarihine, kiminin Holocaust anılarına daha çok bağlı olduğunu gözardı ediyorlar. Ancak, 1990’lardan itibaren, özellikle ABD’deki genç entelektüeller arasında Yahudilik yerine kozmopoliten bir kimliği tercih edenlerin sayısı giderek artmaya başladı. Örneğin Tikkun gazetesine yazan New York Üniversitesi’nden radikal Marksist Prof. Bertell Ollman “Yahudilikten azlim için gereğinin yapılmasına” başlıklı yazısında “ille de bir şey sevecek olsam, kendimi seven bir Yahudi olurdum, ama sevdiğim şey, iki bin yıldır ‘o benimdir, o benim’ diyemeyeceğim bir devletten mahrum olmak üzere kurulmuş bir Diaspora Yahudiliği olurdu” diyordu. Ollman’a göre kozmopoliten bir yurtsuzluktan vazgeçerek İsrail devletini kuran Yahudiler, aslında kendi özlerine ihanet etmişlerdi. Aslında “kendinden nefret” ettiği söylenen grupların asıl eleştirileri İsrail devletinin saldırgan politikaları ve İsrail’deki ultra dinci kesimlerin (Hasidikler) giderek etkinliklerini arttırmasına yönelik. Ancak diaspora toplumlarında bu asimilasyon eğiliminden rahatsızlık duyanlara göre daha iyi iş, daha yüksek statü, daha sorunsuz bir yaşam uğruna Yahudi olmaktan vazgeçmeye hazır olan bu kesimler Yahudiliğin en büyük düşmanları. Halbuki bu red gruplarının içinde İsrail’i “Filistinlilerin toprağını çaldığı için” gayri ahlaki bulanlar, Yezhekel Kaufman gibi Siyonist olduğu halde, Siyonizmin bazı tezlerinin anti-semitik olduğunu ileri sürenler veya Uri Avnery gibi İsrail devletini Filistinlilerle paylaşmaya evet diyenlerden, kendisine teklif edilen İsrail devlet başkanlığını, böyle bir devletin Yahudiliğe zarar vereceği gerekçesiyle reddeden Albert Einstein’a veya Yahudilikle hiçbir sorunu olmadığı halde etnik kimlikleri aşan bir dünya vatandaşlığını tercih edenlere kadar değişik görüşte insanlar var. Türkiye’de de böylesi muhalif grupların olduğu biliniyor. Bu kesimlerin durumlarının ne kadar nazik olduğunu tahmin etmek zor değil. Çünkü Siyonistler tarafından adeta patalojik bir halmiş gibi sunulan bu eleştirel tavır, anti-semitizme hayal dahi edemediği türden bir cephane sağlıyor ve özellikle sıradan insanların gözünde “Yahudilerin bile nefret ettiği Yahudilerden nefret etmek” adeta meşrulaşıyor, ya da böyle sunuluyor.
Yerel ihtiyaçlar
Dünyadaki eğilim Yahudi düşmanlığını yerel düzlemden küresel olana taşımak şeklindeyse de, Türkiye ve komşularında hala yerel ihtiyaçlar önemli görünüyor. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Dairesi’nin 2003 tarihli raporuna bakılırsa, Yunanistan’daki Yahudi düşmanlığının nedenleri arasında Yahudilerin Osmanlı ile ittifakına ve Türkiye ile İsrail arasında süren iyi ilişkilere duyulan öfke de var. Yahudi düşmanlığının Kürt sosuna bulanmış (ya da tersi) hali ise Türkiye’deki önemli hassasiyetleri istismar etmekte kullanılıyor. Bunlardan en meşhuru ‘Barzani Ailesinin Yahudi Olduğu Ortaya Çıktı!” başlıklı bir gazete haberiydi. Ahmet Uçar adlı bir ‘tarihçi’, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Yahudilerin de yaşadığını öğrenince araştırmasını derinleştirmiş ve Osmanlı arşivlerinde 1856 yılında Sallum Barzani adlı bir hahamın Musul’dan Selanik’e oradan da hahambaşılığığın özel ricası ile Kudüs’e sürgün edildiğine dair bir belge bulmuştu. Sallum ve Barzani isimlerini yanyana görünce Barzanilerin Yahudi olduğu konusunda kafasında bir ampul yanan yazarın bilmediği ise Barzani adının sülale adı değil, Barzan bölgesindeki aşiret konfederasyonuna mensup kimselere verilen ad olduğu idi. Bu haberden sonra ortaya çıkan tablonun ilginç yanlarından biri bu iddiaya itiraz etmek için perişan olan Kürt yazarların tutumu oldu. Ancak asıl kötüsü Baasçı Arap milliyetçileri, yayılmacı Kemalist Türk şövenistleri ve fanatik Şii ulemanın “Bağımsız Kürdistan” ın bir Yahudi planı olduğunu, böylesi bir devletin “Küçük İsrail” olacağını söylemeleri oldu. Bu kesimlerin esas amacı, iki düşmanlıktan bir yenisini üreterek, bazı meşru taleplerin önünü kesmek gibi görülüyor.
Buna çok benzeyen olaylar Ermenistan Cumhuriyeti’nde de yaşanıyor. Taşnak Partisinin gençlik kollarından bir grup, geçen yılki 24 Nisan anma törenleri sırasında, üzerindeki 5 köşeli ayyıldız, 7 köşeli Davud yıldızı ile değiştirilmiş Türk bayraklarını yakmışlardı. Erivan’daki Yahudi soykırımı anısına dikilmiş anıta gamalı haç çizildiği, aynı anıtın üzerindeki dikili taşın, 1999 ve 2002’de iki kez çalındığı, anıtın etrafındaki 12 İsrail kabilesini simgeleyen 12 ağacın belediye tarafından kesildiği rapor edilmişti. Bu yıl da aynı türden olaylar yaşandı.
Dışişleri bakanı Vartan Oskanyan’ın olayı basit bir ihmalkarlık olarak nitelemesini takiben kimseye ceza verilmemesi ise gayet tipik bir durumdu. Son bir örnek de 1930’larda Iron Garde adlı faşist örgüt tarafından yüzbinlerce Yahudi’nin katledildiği Romanya’dan. 2002’de Ermeni Piskoposluğu tarafından yayınlanan “Milli Sistem” adlı kitapta “Bugün, dünyada kötülüğü en yoğun ve saldırgan biçimde özlerinde barındıran iki millet vardır. Bunlar Yahudiler ve Türklerdir. Yahudiler kırmak ve bozmak misyonu ile görevlendirilmis yıkıcı bir ulustur, Türkler ise yıkmak ve yok etmekle görevlendirilmiş katil bir ulus” deniyor. Görüldüğü gibi anti-semitizm her derde deva.
İnternet ve komplo teorileri
Böylesi fiziksel saldırıların yıkıcı etkisi tartışılmaz ancak küresel anti-semitizmin en etkili aracı medya ve modern iletişim araçları. Halen Avrupa’da 3000’i aşkın web sitesinde aşırı sağcı gruplar anti-semitizm propagandası yapıyor. Tarihinde hiçbir zaman bir Yahudi cemaatine ev sahipliği yapmamış Pakistan’da bile anti-semitik eylemlerde bir patlama yaşanması internetin gücünü gösteriyor. Daha ilginci, esas olarak Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde faaliyet gösteren Vehabi eğilimli Hizb-üt-tahrir adlı örgütün Rusya’daki bir servis sağlayıcı aracılığıyla, Almanca, İngilizce, Danca ve Fransızca anti-semitik propaganda yapıyor olması. Bu sitelerin bir bölümünün, küreselleşme karşıtı eylemlerde Amerikan solu ile işbirliği yaptığını ekleyelim.
Ancak daha da vahimi insanların zihinlerini esir alan komplo teorileri. Aslında anti-semitizmin dünyada yaygın olan her türlü komplocu siyaset anlayışına bir eldiven gibi uyduğu bilinir. İngiltere İşçi Partisi’nin deneyimli üyesi Tom Dalyell, “İngiliz politikasına egemen olan Yahudi komplosundan” söz ettiğinde; Alman Yeşiller Partisi’nin Suriye asıllı eski üyesi Cemal Karslı “Dünya medyasını çok büyük bir Siyonist lobi yönetiyor” iddiasında bulunduğunda veya Almanların yüzde 19’u 11 Eylül’ü CIA ve Mossad’ın organize ettiğine inandığında, yapılacak şeyler sınırlıdır. Yahudi düşmanı çevrelerin “best-seller” kitabı olan Siyon Bilgelerinin Protokolleri (kısaca “Protokoller”), bu tür komplo teorilerinin atası sayılır. İlk tefrikası 1903’de Rusya’da yapılan bu kitabın, kimliği meçhul Yahudi bilgelerince yapılan gizli toplantıların tutanakları olduğu ve bu kişilerin verdiği talimatlar doğrultusunda “Yahudi ulusunun Dünya egemenliğini sağlamak” için hazırlandığı ileri sürülmüş, o tarihten beri de dünyanın hemen tüm dillerine çevrilerek yayınlanmıştı. İlk olarak 1921 yılında The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Philippe Graves tarafından, son olarak da 1992 yılında Fransız düşünür Pierre-Andre Taguieff tarafından sahteliği bilimsel olarak ispat edilen Protokoller, dünyanın pek çok ülkesinde, en çok da Ortadoğu ülkelerinde basılmaya devam ediyor. Türkiye’de ilk kez 1934 yılında yazı dizisi halinde Milli İnkilap Dergisinde yayınlanan, 1943 – 2005 arasında, 100’den fazla baskı yapan kitabın parti liderlerinden bilim adamlarına kadar geniş bir yelpazenin dayanak noktası olmaya devam etmesi, anti-semitik geleneğin gücünü gösteriyor.
Lübnan Hizbullahı’nın yöneticilerinden Şeyh Hüseyin Fadlallah bir ropörtajında “Yahudiler dünyanın egemenliğini istiyorlar. Yahudiler tarih boyunca uğradıkları zulüm ve baskıların intikamını almak istiyorlar. Bu yüzden de dünya yüzünde ne varsa herşeyi Yahudilerin çıkarı açısından değerlendiriyorlar” derken tipik bir komplocu yorum yapıyordu. Peki İngiliz solunun prestijli dergisi New Statesman 18 Mart 2002 tarihli kapağını, İngiliz bayrağı üzerinde yükselen Davud’un Yıldızı ile süsleyip altına da “A Kosher Conspiracy?” yazdığında ne yaptığını sanıyordu? Bilindiği gibi “kosher” nasıl Müslümanlıkta yenilmesi uygun olan yiyeceklere “helal” deniyorsa, İbranice’de o anlama geliyor. Ancak bu sözcük pejoratif anlamda “Yahudi” yerine kullanılıyor. Dolayısıyla, New Statesman’ın en masum haliyle “Helal Komplo” ama daha doğrusu “Yahudi Komplosu” anlamına gelen bu kapağı aslında malum klişeyi örtük biçimde tekrarlamaktaydı.
Türkiye’de komplo teorisi denilen o gizemli alanda at oynatan pek çok kişi var. Bilindiği gibi Türkiye’de işler ne zaman kötüye gitse, Türkiye’yi bölmek isteyen dış ve iç güçlere işaret edilir. Giderek paranoya düzeyine varan bu kuşkuların en ünlüleri “Sevr’in Diriltilmesi”, “Bizans’ın Canlandırılması”, Beynelmilel Siyonizmin Dünyayı Ele Geçirmesi” adlarını taşır. Ama Türkiye’ye has gizemciliğin en ilginç örneği Sabetaycı komplolardır. Türkiye’de geniş bir kesimin gözünde “dönmeler”, mesih iddiasıyla ortaya çıkan Sabetay Sevi’yi izleyerek Musevilikten dönmüşler ancak İslam dinini de hiçbir zaman samimi olarak benimsememişlerdi. Selanik burjuvazisinin ağırlığını oluşturan, İslamcı kesimin idolü “Ulu Hakan” Abdülhamid’i sürgüne gönderen, hilafeti kaldıran, cumhuriyeti kuran İttihat ve Terakki hareketi içinde önemli roller oynayan “dönme”lerin İslamcı-milliyetçi kesimde neden sevilmediği açıktır. Ancak pek çok kişi için sol kökenli Yalçın Küçük’ün başlattığı Sabetaycı avını kavramak zor oldu. “Türkiye’de egemen elit Sabetayist kökenlidir” iddiasını ispatlamak için isim-bilim (onamastik) adını verdiği yöntemi kullanarak neredeyse her taşın altında bir Sabetaycı bulmayı başaran Küçük’ün izinden yürüyen Soner Yalçın, Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı adlı romanında Sabetaycılık/Selanik/Masonluk/İttihat ve Terakki/Komploculuk izleğini çok etkileyeci tarzda işledi. Böylece “dünyayı Yahudiler, Türkiye’yi dönmeler idare eder!” mottosunu zihinlere iyice kazıdı. Aslında 1980’lerin ortalarından itibaren Abdülmelik Fırat ya da Musa Anter gibi Kürt aydınlarının ağzından sık sık “dönme” lafını duymuştuk. Örneğin Musa Anter, 1991’de Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi’ye yönelik eleştiri yazısında “Görüyor musunuz Yahudi kökenli Hürriyet gazetesinin köşesine bir engerek gibi çöreklenen Türk basınının bilmem ne başı olan bu adamı” diye söze başladıktan sonra “Sırtını İsrail’e dayamış ve zaten ödevi Anadolu halkları arasına fesat sokmaktır… Ben Yahudi dediğim zaman bugünkü İsrail devletinini kastetmiyorum. Benim sözüm karaktersiz olup Yahudilikten dönmeleredir. Bunlar Türkiye’de her sahaya hakim durumdadırlar diyerek Soner Yalçın’a öncüllük etmişti. Anter hızını alamayıp, Yahudileri İspanyol katliamından kurtarıp Osmanlı ülkesine getirilmesinden pişman olduğunu da söylemeyi ihmal etmemişti.
Sonsöz yerine
Görüldüğü gibi “2000 yıllık nefret” söylemi hem dünyada hem de Türkiye’de yeni bir dönemeci almış görünüyor. Kadim Yahudi düşmanlığının kapitalizm ve küreselleşme karşıtlığı ile ilişkilendirilmesi, ABD’nin ve İsrail Devleti’nin bazı politikalarına duyulan antipati ile maskelenmesi, böylece neo-Nazilerden solcu Yahudi entelektüellere kadar kadar geniş bir kesim arasında kullanılan dilin nüanslarını kaybetmesi, nihayet “Yahudilerin şeytanlaştırılması” işinin medya tarafından hem mistifiye hem de estetize edilmesi, modern iletişim araçları aracılığıyla bunların dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılması, durumu eskisinden vahim bir hale getiriyor. Dünyadaki tüm Yahudilerin komplocular, sömürücüler, siyonistler, ABD destekçileri ya da Filistin düşmanları olmadığını anlatmak giderek zorlaşıyor. Aynı şekilde tüm dünyanın Yahudi düşmanı olmadığını anlatmak da… Anti-semitizmle mücadelenin değişik alanlarda, değişik araç ve yöntemlerle yürütülmesi şart, ancak İsrail-Filistin sorunun iki tarafın da haklarını gözeten bir şekilde bir an önce çözülmesi, politik eleştiri ile ırkçılığı birbirinden ayırmak açısından hayati öneme haiz görünüyor. Başta anti-semitizm olmak üzere tüm dışlama biçimlerinin dünya yüzünden silinmesi için ise, dünyaya ve insanlığa karşı içten bir sorumluluk duygusu ile yaklaşan, farklı, aykırı, yabancı olanı dışlamaya değil anlamaya, farklılıkların birarada varolmasının yollarını bulmaya çalışan yeni tarz insanlara ve yeni tarz kültüre ihtiyacımız olduğu açık.
Daha fazla bilgi için
- Dünya’daki genel durum için: the Bureau of Democracy, Human Rights, and Labor’un Ocak 2005 tarihinde kamuoyuna açıkladığı Report on Global Anti-Semitism (http://www.state.gov/g/drl/rls/40258.htm);
- Avrupa’daki durum için: Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Dairesi’nin raporu (http:// www.antisemitism-conference.ca/english/docs/114_eu_anti_semitism_report.doc) ve
- The Coordination Forum for Countering Antisemitism adlı kuruluşun raporu (http://www.antisemitism.org.il)
- Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde anti-semitizmin tarihi için: Rıfat N. Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri-Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945) İletişim Yayınları, 2003 (3.Baskı), aynı yazarın Devlet’in Yahudileri ve “Öteki” Yahudi, İletişim Yayınları 2004 (3. Baskı) adlı kitapları.
- Türkiye’de Yahudi olmanın anlamı için: Erol Haker, Bir Kimlik Arayışı: İstanbul’dan Kudüs’e, KİTAP yayınları 6/2004 ve aynı yazarın Bir zamanlar Kırklareli’de Yahudiler Yaşardı, İletişim Yayınları, 2002 adlı kitapları
- İngiltere’deki “sokak anti-semitizmi” hakkında: Paul Iganski, “From ‘extremism’ to ‘yob culture’: Interpreting anti-Semitism on the streets, in: Is there a new anti-Semitism in Britain?” (www.jpr.org.uk/Reports/CS%20Reports/new_antisemitism/)
- Avrupalıların Filistin-İsrail çatışması hakkındaki görüşleri için: http://www.adl.org/Anti_semitism/European_Attitudes.pdf
- Arap ülkelerindeki Holocaust inkarı için: Götz Nordbruch, “The Socio-historical Background of Holocaust Denial in Arab Countries: Arab reactions to Roger Garaudy’s The Founding Myths of Israeli Politics” (http://sicsa.huji.ac.il/17nordbruch.html ve http://www.memri.org.)
- 11 Eylül’ün anti-semitizm üzerindeki etkisi için: ( http://www.tau.ac.il/Anti-Semitism/asw2001-2/genanal.htm)
- Orta Doğu meselesinin internet aracılığıyla dünya kamuoyuna aktarılışı ve müslüman göçmenlerin tepkileri için: (http://www.snunit.k12.il/seder/anti/english/ques1pluseng.html).
- İkinci İntifada’nın Batı kamuoyundaki etkileri için: Dr. Shimon Samuels, “Intifada” Import or Domestic Malaise?, Mark Knobel, Paris 2002.
- Avrupa Birliği’nin 11 Eylül sonrası anti-İslami tepkileri için: A collection of country reports from RAXEN National Focal Points (NFPs), Vienna 2002, (http://eumc.eu.int/publications/terror-report/index.htm)
- ABD solu ve anti-semitizm için: Jonathan Sacks, “A new anti-Semitism?” (www.jpr.org.uk/Reports) ve “Symposium: Anti-Semitism – the New Call of the Left, FrontPageMagazine.com | March 14, 2003 (http://www.frontpagemag.com/Articles/Printable.asp?ID=6651)
- Türkiye’deki solun tavrı hakkındaki tartışmalar için: Birikim Dergisi Ekim 2004 (186), Kasım 2004 (187) ve Aralık 2004 (188) sayıları;
- İsrail ve Siyonizm karşıtlığının anti-semitizm olup olmadığına dair bir tartışma için: Emanuele Ottolenghi, “Anti-Zionism is anti-semitism” The Guardian, 29 Kasım, 2003.
- “Kendinden nefret eden Yahudiler” meselesi için: Bertell Ollman, “Yahudilikten azlim için gereğinin yapılmasına…” Birikim Dergisi Şubat 2005 (190) sayısı okunabilir.
Kaynak: Birikim (18 Ekim 2005)