Neden Kıvılcımlı

Marx ve Engels’in ünlü manifestosunun birinci bölümünde yer alan “Şimdiye kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” şeklindeki ilk cümle bilinmedik bir söz değildir. Gerçekten de tarihsel maddeciliğin kurucuları ve teorisyenleri yaklaşık yüz elli yıldır toplum biçimlerinin değişimlerinin nedenlerini, değişime öncülük eden sosyal sınıfları bilinebilirci bir felsefe doğrultusunda açıklamaya çalışmışlar, alt-yapı üst-yapı, üretim tarzı, üretim ilişkileri, üretici güçler, artı-değer, değişim, değer gibi kavramları kullanmışlar ve nihayet tarihin gidiş kanunlarını bulmak amacıyla ekonomik formları soyutlamışlardır. Gerçekten de dinamosunun sınıf savaşları olduğu tarihin kendisi nedir? Bilim, disiplin, teori, hiçlik?

Marx, “Biz,” der, “Yalnızca bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi doğa tarihi ve insanların tarihi diye ikiye ayırabiliriz. (…) Doğa tarihi, yani doğa bilimi ile belirtilen şey, burada bizi ilgilendirmez; buna karşılık insanların tarihi ile ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gerekecek: gerçekte hemen hemen her ideoloji ya bu tarihe değin yanlış bir anlayışa indirgenir ya da bu anlayışı büsbütün bir yana bırakmak gibi bir tutuma varır. İdeolojinin kendisi de zaten tarihin görünümlerinden biridir ancak.”[1]

Tarihin bir bilim olduğu önermesinin yeterliliği ve tarihin durağanlaştırılması biraz da Marx’ın metinlerin kutsallaştırılması nedeniyle, Batı kaynaklarında genel geçer bir kural oldu. Ancak tarihin ilerlemeci olup olmadığı, bir öznesinin varlığı/yokluğu gibi konular Lenin-Rosa Luxemburg sonrası kuşak Marksistlerin sürekli ilgi odağında oldu. Bazen birbirinden haberli ve teorileri geliştirici nitelikle eserler verilmesine karşın ideoloji, özne-yapı, indirgemecilik ve bütünsellik gibi “gerilimli” meselelerdeki tartışmalar hep birbirinden kopuk kaldı. Çünkü Engels ve Morgan’ın kurucusu olduğu tarih biliminin temeli sağlam oturtulmadan altyapının belirleyiciliğin oldukça uzak köşelerinde kalan alanlarda kalem oynatılmaya çalışıldı. En önemlisi de tarih öncesi denilen çağlardan kalma geleneklerin üst-yapısal alanda oldukça fazla hissedildiği Doğu toplumlarının kaynakları yok sayıldı.

Kıvılcımlı, “Türk Engels’i” mi, “Antika Tarihin Marx’ı” mı?              

San Jose State Üniversitesi felsefe bölümünden teknolojik determinist görüşleriyle bilinen William Shaw, “Şimdi, Marx’ın teorisi tam olarak anlaşılmak isteniyorsa, her tarihsel dönem için üretimin doğası ve düzeyinin verili bir mülkiyet ilişkileri toplamında, özel bir üretim tarzındaki işleyişi izlenmelidir.”[2]şeklinde teori alanına bir amaç biçiyor. Shaw’ın tespiti doğrudur, Batı Marksizmi için tam da yapılması gereken budur. İnsanlığın ilkel komünal düzenden kapitalizme doğru medeniyet-komün çatışması bağlamında bata çıka hareketinin üretici güçler önceliğindeki gidiş kanunu keşfedilmeden veya keşfedilmeye çalışılmadan politika, estetik, sanat ve son tahlilde felsefe alanındaki çalışmalar temelsiz bir binaya dönecektir. Ancak Shaw’ın bilmediği ve bilmesinin de tarihsel ve politik meselelerde burjuvazi içinde taraf tutmamayı “tiyatro seyirciliği” olarak algılayan Türkiyeli devrimciler nedeniyle de mümkün olmadığı bir isim vardır: Dr. Hikmet Kıvılcımlı. Kıvılcımlı, Shaw’ın amaç olarak belirlediği her tarihsel dönem için üretimin doğası ve verili mülkiyet ilişkilerinin niteliği konusunu, Shaw’ın kitabını yazdığı 1978 tarihinden yaklaşık on yıl kadar önce açığa kavuşturacak nitelikte eserler vermiştir. İşte Batı Marksizmi’ndeki Morgan, Engels, Kautsky, Luxemburg, Lukacs, Korsch, Adorno, Goldman, Althusser, Löwy gibi kaynakları, temelsiz duran binadaki olanca çeşitlilikteki felsefi tartışmayı, bir temele oturtacak ses, İbn-i Haldun ve Kıvılcımlı’nın Doğu’dan yükselen, tarihsel maddeciliğin karşısında bir ideoloji haline gelmiş sosyolojiye karşı gerçek sosyolojinin -diyalektik sosyolojinin- tarih teorisinin sesidir. İşte Kıvılcımlı’yı Marksist teori alanında “kayıp halka” konumuna düşüren gerçeklik burada yatmaktadır. Kıvılcımlı, politik ortamda sıkça söylenen milliyetçilik soslu bir “Türk Engels’i” değil; kapitalizm öncesi çağların ekonomik formasyonlarının Marx’ıdır.

Tarihin iki alt biriminden biri olan doğa bilimlerine ait farmakolojide önemli bir ilaç olan penisilinin kendi keşfi, gelişimi ve hazin sayılabilecek sonu Kıvılcımlı ile sembolize edebileceğimiz materyalist teoriyi baz almayan günümüz tarih bilimi ile benzer özellikler taşıyor. Penisilin, 1923 yılında Londra’da Aleksander Fleming tarafından Stafilokok türü bakteriler çalışılırken mantarın çevresindeki bakterilerin öldüğü gözlemlenerek bulunur. Aslında ilk antibiyotik etki 1896 yılında bir tıp öğrencisi olan Ernest Duchesne tarafından fark edilmiş; ama buluşu dönemin bilim otoritesi konumundaki Pasteur Enstitüsü dikkate dahi almamıştır. 1941 yılından itibaren özellikle de ikinci dünya savaşında enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde penisilin bir çığır açar, yüzlerce kişinin hayatı kurtulur ve mikropların yeryüzünden silindiğine inanılır. Ancak maalesef günümüzde penisilin bakterilerin direnç kazanmasından dolayı oldukça kısıtlı bir kullanıma sahip bir ilaç konumuna düşmüştür. Penislin metaforunda İbn-i Haldun, Marx’ı muştulayıcı özelliğinin dikkate alınmaması sebebiyle tıp öğrencisi ile Engels ise Fleming ile benzeşir. Altın çağ ise devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları çağıdır. Ancak lale devri sona ermiş, bakterilerin direnç kazanmasını andırırcasına kapitalist devletler sosyalist ülkeleri bir bir yok etmişler, duvarları yıkmışlardır. Diyalektik materyalizmin bilimi –tarih bilimi- günümüzde aynı penisilin gibi hiçbir ihtiyaca cevap veremez duruma gelmiştir, saldırılara karşı koyamamaktadır. İlgilendiği sınırlı alanlar felsefe, estetik ve sanat teorisidir. Nasıl ki farmakolojide hücre düzeyine inilip bakteriyi yok edecek mekanizmalar anlaşılıp yeni kuşak ilaçlar keşfedildiyse, tarih biliminde de insanlık tarihinin hücresi “komün”e gidip onun özellikleri anlaşılmalıdır. İşte Kıvılcımlı kadim tarihteki çökkün medeniyetlere barbarlığın aşısı gibi, ölmeye yüz tutan tarih bilimine geçmişten gelen ve bilince çıkarılması gereken bir aşı, kendisi eski olan yeni kuşak ilaç görevi yapacaktır. Kaybedilen elli yılın günahı ise politik alerjilerinden dolayı Türkiyeli “eski devrimcilere” aittir.

Şüphesiz bilim, hiçbir teoriyi ve soyutlamayı tapınçlaştırma metası haline getirmemelidir. Bu vasfı bilime kazandıran özellik ise olayların kendi iç diyalektiğidir. Çağımız maddi üretici güçlerinin arkeoloji, paleontoloji vb. alanlarda sağladığı devrim niteliğindeki ilerlemeler sayesinde gün yüzüne çıkan belgeler ve olaylar her geçen gün çözümlenmeyi ve “somuttan soyuta araştırma prosesine” kaynak olmayı bekliyorlar. Tarih bilimi, insan zihninin herhangi bir tahlil, muhakeme ve deneysel süreçlere gerek duymadan “apriori” olarak beynine kazıdığı teoriyi olaylara eklemleme çabası değil; bahsedilen her tarihsel dönemin üretim tarzının, mülkiyet ilişkilerinin ve medeniyetlerin gelişim prosesinin her geçen gün her disiplinden elde edilen verilerin ve aydınlatılan olayların yol göstericiliğinde tarihsel maddeci bakış açısıyla incelenmesidir. İşte bu formel mantıktan uzak materyalist duruşu sistemleştiren ve bir diğer anlamıyla da tarihe bir “klasifikasyon bilimi” olma özelliği kazandıran isimdir Kıvılcımlı. Tarihin çok yanlı, çelişkili, üretim temelli ve kesintileriyle birlikte bir bütün olma[3] özelliği Kıvılcımlı’nın bırakalım çağdaşlarını, ardılları tarafından dahi bilinseydi bugün materyalist felsefe yüzyıllardır bitmek bilmeyen metafizik saldırı karşısında sarsılmaz bir kale haline gelecekti. İddialı olduğumuz konu, Kıvılcımlı’nın kitaplarındaki paragrafları ayetleştirerek harflerini muska yapıp boyuna asma amacı değil, olayların kendi iç diyalektiğindeki dayatmadır.

Neden Doğu, Neden Türkiye, Neden Başka Biri Değil de Kıvılcımlı?             

Doktor’un tarih teorisinin belli başlı özelliklerini incelemeye başlamadan önce toplumsal koşulların bilinci belirlediği düşüncesinden hareketle Kıvılcımlının eserlerinde kendini gösteren teorinin oluştuğu sosyoekonomik koşullara bakmak faydalı olacaktır. Söz gelimi Lukacs, Macar komününün ezilmesinden sonra Viyana sürgününde Lukacs olmuştur. Gramsci, meşhur Hapishane Defterlerini yoğun bir faşizm altında yazmış, Batı Almanya’da Alman Komünist Partisi kapatılınca Adorno’nun Minima Moralina’sı oluşmuştur. İyiden iyiye hız kazanan McCarthycilik, Marcuse’de “Aşk ve Uygarlık” olarak belirmiş; liberalizme karşı savaşmaktan bıkmış Ortodoks Marksistler hümanizm ile bir çıkış yolu aramaya koyulmuşlardır.

Peki, Hikmet Kıvılcımlı’da (1902–1971) ortaya çıkan diyalektik sosyoloji akımının, tarih bilimi kurucularından olma vasfının toplumsal ve kişisel koşulları nelerdir?

  • “Bulgar eşkıyası baskını atlatılarak sonra Drama’ya iniyor. Serez’den hatırlanan şey: vagonlara sinmiş sakallı Abdülhamit paşalarının kırmızı feslerini didik didik yırtıp havaya fırlatan Hürriyet.”[4] 1908 devriminin Avrupa kapitalizmin kucağına düşen derebeylik karşıtı, herhangi bir sosyal sınıfa dayanmayan Jön Türk gelenekli karakteri bugün dahi İttihat ve Terakki düşmanlığını sivilleşme parolasıyla antimarksist karaktere sokan liberal sol ile Hürriyet ve İtilaf karşıtlığına soyunmuş ulusalcı/cuntacı kesimi tahlil etme konusunda büyük önem taşıyor.
  • “İzmir Yunan işgalinde. Depolardan silah çekme. Kuvay-ı Milliye gönüllüğü. Havada meteliği tabancayla vuran Yörük Ali Efe, zeybekler, Aydın Cephesi, Çine Köprüsü. Köyceğiz Kuvay-ı Milliye Askeri Kumandanlığına tayin ediliş. Toprak beyliklerinin vurdumduymazlıkları ve nobranlıkları. Dağ Türkmenlerinin sıcak ana yüreklilikleri.”[5] Bir toplumun tüm sınıflarının -egemeninden sömürülenine, orta tabakalardan en umursamazına- karakteristik özellikleri savaş ve devrim döneminde en iyi görülür. Anadolu toprakları da 1919 yılında Anadolu burjuvazisinin önderliğinde anti-emperyalist bir savaşa sahne olmuştur. Kıvılcımlı da bu savaşta gençlik önderi olarak yer almış, genç yaşından dolayı da hiçbir önyargı beslemeksizin dostu da düşmanı da görmüştür.
  • “Tıbbiye Camiinde askeri imamın arkasında tek sadık cemaat: Hikmet Hüseyin Efendi! Tıbbiye de İstanbul gibi İngiliz işgali altında. “Dünyayı sarsan broşürler, gazeteler. Kül ya eyyühel-kafirune süresinden materyalizme atlayış. Türk Ocakları. Kurtuluş, Aydınlık mecmuaları. Sosyalizm… Anadolu’ya bütün sınıflarıyla geçme hazırlığı. Gelen gizli emir: Şimdilik derslerinize çalışın!”[6] İslamiyet’i iyi bilen Kıvılcımlı, Muhammed’in en son yukarı barbar grubun önderi olduğunu sezmekte zorlanmayacak ve Hicaz yolunun önem kazanmasının son orijinal medeniyete yol açtığını gösterecektir. İslam materyalizmi ve dinin ne olduğu materyalist felsefenin aydınlanmacı-hümanist ağızdan konuştuğu ve bu kusuru bir an önce düzeltmesi gereken bir alan olarak göze çarpıyor. Kıvılcımlı bu konuda teorik bir devrim yapmıştır. Din konusunda, Kıvılcımlı’yı sahiplenen Demir Küçükaydın’dan7 başka materyalizmin argümanlarıyla konuşan hemen hemen yok gibidir.
  • 1927 sonlarında Vedat Nedim’lerin partiyi polise teslim edişi ile Kadro(daha sonraki yıllarda Yön-Devrim çizgisiyle birlikte günümüz ulusalcı düşüncenin teorik ve pratik öncüllerini oluşturacaklardır) çizgisini kavrayış.
  • 1929 başlarında İzmir davasında çözülen bazı isimlerin tüm partiyi ele vermeleri ile yıllarca sürecek bir zindan hayatına bedel olan revizyonizmin tahlili.
  • Hapiste Türkiye’deki komünist pratiğin ve milli meselelerin incelendiği Yol emeği ve 1935 yılı Marksizm Bibliyoteği ile Marksizm alanında özgün eserler.
  • Ulaşılan legaliteyi istismar politikasının 1954 yılı Vatan Partisi ile yaşama geçirilmesi ve Menderes faşizmi ile savaş… Bir demokratik devrim programı olarak Vatan Partisi Tüzük-Programı…
  • Osmanlı’dan beri halk adına davranmayı gelenek haline getirmiş devlet sınıflarının işçi sınıfına dayanması gerektiğini, aksi takdirde başarısız olacaklarını 27 Mayısçılara anlatan II. Kuvay-i Milliyeciliğimiz mektupları. 
  • Tarih alanında yapılan çalışmaların en büyük meyvesi “Tarih Devrim Sosyalizm” burjuva sosyalist TİP’in egemen kliği altındaki sol ortamda(1965) yayımlanışı ve beklenildiği gibi susuş konspirasyonu.
  • 22,5 yıllık hapis hayatıyla kanıtlı çözülmez devrimciliğin kanserli bedeninin baba ocağı Sovyetlerden “polisten birkaç sopa yer yemez ötenler” tarafından reddi, Bulgaristan, Arnavutluk hayal kırıklıkları ve Tito’nun Yugoslavyasında “ölerek!” çürümeye yüz tutan bürokratizmi kavrayış.

Arkada ise binlerce sayfalık bir külliyat…

Teorik Çizgi Açısından Kıvılcımlı

Kıvılcımlı’nın teorik yönü deyince herhalde ilk akla gelen onun “Tarih Tezi”dir. Bu tez Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi’nde tarih öncesinin öneminin sezilmesinden Yol-2’de Kürt ulusunun sınıfsal yapısını “feodaloklan” şeklinde nitelenmesine kadar, genç Kıvılcımlı’nın bilinçaltında bir öncüle sahiptir. Tarih tezi, olgun Kıvılcımlı’da bilinçaltında kalan somut tarihi açıklama çabasının bilince çıkarılmış ve bir o kadar da sınıflandırılmış, soyutlaştırılmış halidir.

Tarih Tezi ve Ardılları Genel Olarak Neyi Anlatır?

Doktor’un araştırmasının genel konusu, medeniyetlerin kuruluş ve yıkılış kanunlarıdır. Araştırmanın alanı ise yedi bin yıl öncesinden başlar. Araştırmanın nedeni ise bugünkü Türkiye’yi anlamaktır. Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, Osmanlı tarihine inmek, Osmanlı tarihini anlamak için de İslam medeniyetine inmek gerekiyordu. Araştırma derinleştikçe görüldü ki, İslam medeniyeti de Grek ve Roma gibi yukarı barbar kentten çıkmış uygarlıklardan biriydi. Anlaşıldı ki, protosümerlerden İslam’a gelinceye değin tüm medeniyetler boyuna yıkılış ila yeniden doğuş gibi bir “tekerrür”ü andıran kanuna tabi idi. İşte tarih tezi bu “geçiş”leri aydınlığa kavuşturma çabasıdır. Kapitalizmin başladığı modern çağı Marx tahlil etmişti; ancak Batı Roma’nın yıkılışına dek süren antika tarih incelenmeyi bekliyordu.

Diyalektik metotlu klasik tarihsel maddecilik, insan toplumunun genel olarak ve son duruşmada “üretici güçler”le hareket ettiğini göstermiştir.

“Üretici güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:

  1. TEKNİK: Toplumun doğayla güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (Aletler, cihazlar) ve metotlar (usuller) [yöntemler].
  1. COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, Doğa, vb.
  1. TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek-Görenek kalıntıları, vb…
  1. İNSAN: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç-manevi ortamını teknik-araçla işleyen Kolektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı “Güç”, vb…”[7]

Tarih tezinin temel kavramlarından birisi de tarihsel devrim-sosyal devrimdir. Sosyal devrimler herhangi bir sosyal sınıfa dayanan kapitalizme veya sosyalizme geçmeyi sağlayan bilindik anlamda ihtilallerdir. Ama “Antika medeniyetin kendi içinde modern medeniyette görülene benzeyen bir sosyal devrim imkânsızdır. Yeni bir sosyal sınıf, eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kolektif aksiyon gücü sağlayamaz. O zaman eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak barbar yığınları akına başlar. Barbarlar, tarihöncesinin en sağlam ilkel sosyalist(gelenek-görenek ve kolektif aksiyon) üretici güçlerini harekete geçirirler. Eskimiş medeniyette en az bulunan şeyse özellikle o güçlerdir. Onun için eski medeniyet dayanamayıp, inanılmaz çabuklukla yıkılır. Bu da bir devrimdir. Ama sosyal devrimin zıddına, eski medeniyeti kurtaracak yerde yok ettiği için, ona Tarihsel Devrim adı verilebilir.”[8]

Ancak tarihsel devrim, eski medeniyeti yıkmakla kalmaz, aynı zamanda yeni bir medeniyetin kapılarını da aralar. Nitelik ise tarihsel devrimi yapan barbarların ait olduğu konağa bağlıdır. Eğer medeniyeti yıkan “dışarıdan” gelen barbar, yukarı barbarlık konağına değin yükselmiş Kent’ten çıkan barbar ise yıkılmış medeniyetin yerine orijinal bir medeniyet kurulur. Buna örnek olarak Medine ve Mekke gibi Cite’lerden doğmuş İslam medeniyeti örnek olabilir. Yok, eğer barbarlar yukarı konağa ulaşamamış çoban ekonomisi üzerine yükselen orta barbarlık konağında iseler tarım üretimine geçemediklerinden ve yüksek kültür düzeyine sahip olamadıklarından dolayı orijinal bir medeniyet kuramazlar, olsa olsa yıktıkları medeniyeti bir tür ölümden sonra diriliş olan Rönesansa uğratırlar. Böylece iki çeşit tarihsel devrim görülür antika tarihte. Sürekli tekrar ediyor görülen tarih aslında bir tekerrür değil; aksine hareket ve değişmeye dayalı adeta tunçtan kanunlara uygun gidiştir. Ona kanını canını veren ise tarih öncesi ilkel sosyalist toplumun sosyal gelenek-görenek ve kolektif aksiyon üretici güçlerini az çok taşıyan ve benimseyen insandır.[9]

Barbarlığın çoban ve tarım ekonomisine dayanan iki farklı aşaması ve sonrasında gelen “uygarlık”, yalnızca Morgan, Engels ve Kıvılcımlı’nın çalışmalarında yer almaz; destanlar ve mitolojilerde dahi kendini gösterir. Sözgelimi, Zerdüştilikten önce İranlıların güneş, adalet, antlaşma ve savaş Tanrısı olan Mitra, Veda Tanrılarından birdir. Simgesi ise güneştir. Efsane ise şöyle: Güneş Mitra’ya bir kuzgun göndererek Beyaz Boğa’yı kurban etmesini buyurur. Mitra, buyruğu isteksizce yerine getirir. Kurbandan sonra Ay, Beyaz Boğa’dan oluşur; kanından ve kuyruğundan buğday ve üzüm tohumları, kutsal dölünden ise diğer canlılar oluşur. Mitra’nın pelerini ise gökyüzüne ve yıldızlara dönüşür. Gün ve gece farklılığı zamanı yaratırken, gündüzün her yana yayılan ışığı karanlığın uyuyan kötü yaratıklarının uyanmasına neden olur ve böylece yeryüzünde iyi ile kötünün savaşı başlar. Çobanlık sonrasında gelişen ziraat ekonomisi ve nihayet “kötülerin” ortaya çıktığı medeniyet aşamaları, kullanılan dilin içine sinmiş durumdadır. Çobanlıktan önceki biçimlerden bahsedilmemesi Mitra dini gibi bir takım hurafelere dayanan destanların ve efsanelerin referans alınmasını geçersiz kılar mı? Mitra dinine yalnızca erkeklerin girebilmesi bize anahan toplumdan babahan topluma geçildiği bilgisini veriyor, bu konak ise orta barbarlık yani çobanlıktır. Yani eski metinlerde araştırılması gereken mucizevî olaylar değil; ekonomi temeli üzerine yükselen üst-yapı öğelerinin özellikleridir.

“Tarih Devrim Sosyalizm”, medeniyetin ilk belirdiği Mezopotamya bölgesini inceler. Barbarlığın çeşitli konaklarının tarihsel alt üst oluşlarda ne yönde rol oynadıklarını burjuva tarihçilerinin de içinde yer aldığı çok sayıdaki kaynağı kullanarak açıklar. Kıvılcımlı’nın bir diğer önemli eserlerinden olan “Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere”de, tarih tezi ışığında kapitalizme geçişin karakteristik özelliklerinden başlanarak neden ilk önce İngiltere’nin kapitalizme geçtiği ve Doğu’nun geçemediği incelenir. “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” ise, Marx’ın Grundrisse kitabı yayınlandığında oradaki kavramların, arkeoloji biliminin gelişmemişliği nedeniyle görülen eksikliklerin ve yanlışların değerlendirildiği kitaptır. Allah-Peygamber-Kitap da İslamiyet’in son orijinal medeniyet olduğunun tespitini yapar ve Müslümanlığın materyalizmini de değişmeyen bir belge –Kuran’ı Kerim- referans alınarak inceler.

Tarih Tezi’nin uygulanışını, “Mezopotamya, Orta Asya, Roma, İslam ve Osmanlı gibi medeniyetlerin somut (konkret) tarihi alanı” ve “Müslümanlık özelinde din alanı” olmak üzere iki bölümde görüyoruz. Batı Marksizmi’nin felsefe ve teori alanındaki katkılarının ve türettiği olanca kavramın Kıvılcımlı kavramlarıyla karşılaştırılması ve tarih tezinin genel teorik sonuçlarını ve materyalizme olan katkısını anlayabilmek için, bu iki alanı olanca derinliğiyle, günümüze kadar uzanan gerek örgütsel gerekse de eylemlilik geleneği bağlamında incelemek gerekiyor.

Uygarlıklar Tarihini “Tarih Tezi” Gözüyle Okumak

Teknik üretici gücünün gelişiminin yarattığı takip edilmesi zor değişim, günümüz uygarlık düzeyinin eskilerinden tamamen kopuk imiş gibi algılanmasına yol açıyor. Hatta sol içi sayılabilecek tartışmalarda da eski biçimlerden örnekler gösterilerek çeşitli tezler doğrulanmaya çalışılıyor. Tekelci kapitalizmin ayırıcı özelliğini kapitalist üretim tarzı içerisinde ağırlığın ekonomik yönden siyasal yöne yani devlete kayması olarak açıklayan Poulantzas, “O zaman, devletin ekonomik işlevinin diğer işlevleri karşısındaki üstünlüğü devletin başat rolü ile birleşir; çünkü devletin birleştirici etmen olma işlevi, bir oluşumun, yani ekonomik oluşumun belirleyici rolünü devam ettiren o duruma devletin özgül biçimde müdahale etmesi gerekir. Sözgelimi, Asya tipi üretim tarzındaki despot devlette durum açıkça böyledir; bu tip üretim tarzında siyasal yönün başatlığı, devletin ekonomik işlevinin başatlığında yansımasını bulur.”[10] Poulantzas’a şiddetle karşı çıkan Wood da asla kapitalizmde ekonomik yönün başatlığının yok olmadığını, olayın Asya üretim biçimindeki gibi olmadığını kanıtlamaya girişiyor. Oysaki Asya tipi üretim biçiminde de ekonomik yön belirleyiciydi, çünkü bir tür köy toplulukları birliğinin despotluğu, tamamen bir tarım komünü temelliydi. Adı da kendi içinde olmak üzere tarım da bir tür üretimdi. Bırakalım tarımı, yeni yeni belirmeye başlayan ticaret – hatta en üretim dışı görülen feodalizmdeki tefecilik dahi- üretim temelliydi. Eğer, bahsedilmek istenen kapitalist aşamada görülen ürünün aldığı toplumsal ve maddi yana eşlik eden kullanım değeri-değişim değeri ayrımının kapitalizm öncesinde görülmediği ise, sadece feodal sistemde artı-ürüne el koyma yöntemlerine bakmak yeterli olacaktır. Coğrafya üretici gücü esasına dayalı olarak olanca çeşitlilik gösteren rant biçimlerinin genel bir karakteristik özelliği vardır ki, hiçbiri doğal bir kullanım değeri şeklinde değildir, toplumsal öz-niteliklerine sahiptirler.

Proudhon da, mülkiyetin ilk doğuşu olarak gördüğü toprak sahiplenişini ekonomi dışı bir şey sayar. Ona göre ilk ekonomi-içi mülkiyet kapitalizm çağında başlamıştı. Ancak “bireyin emeğin nesnel koşullarıyla ve her şeyden önce de emeğin doğal, nesnel koşullarıyla olan burjuva-öncesi ilişkisidir”[11]toprak mülkiyeti. Hatta Marx, Proudhon’un mantığını benimseyecek olursak, yani emeğin nesnel koşullarının bireyin kendisinden ne kadar ayrı olduğunu kıstas kabul edeceksek, sermayeyi ve ücretli emeği de ekonomi-dışı saymamız gerektiğinden bahseder. “Bir başka deyişle, mülkiyetin ekonomi-dışı doğuşu, burjuva ekonomisinin tarihsel doğuşundan, ekonomi politik kategorileri tarafından teorik ya da ideal bir biçimde ifade edilen üretim biçimlerinden başka bir şey değildir. Ama burjuva öncesi tarihin ve onun her evresinin kendi öz iktisadına ve hareketin iktisadi temeline sahip olduğunu iddia etmek, au fond (aslında-ç) insan yaşamının, ta baştan beri, iktisadi ilişkiler dediğimiz ilişkileri olan d’une maniere ou d’une autre (şu ya da bu biçimde-ç) üretime –toplumsal üretime- dayandığı yolundaki totolojiyi ifade etmekten başka bir şey değildir.”[12]  

Wood bu temel üzerinden polemiğini sürdürseydi –Poulantzas’ın Proudhon’un tezlerinden başkaca bir şey yazmadığını söyleseydi- hem kendisi Proudhon safına düşmemiş hem de daha ikna edici olmuş olmaz mıydı?

Anlatılmak istenen, uygarlıklar tarihini ve üretim biçimlerinin farklılıkları ile benzerliklerini incelemenin veya en azından bu konuda doğru metodolojiye sahip temel bir bakış açısının gerekliliğidir. Bu açı sayesinde kazanacağımız beyin süzgeci felsefe ve politika alanında olanca yığın arasında epey işe yarayacağa benziyor.

Tarihsel İlerlemeci Aşamalar Teorisi ve Tarih Tezi

Bilinen beş aşama teorisi –ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum- doğrusal bir çizgide ilerleyen tarih anlayışını öngörüyor. Weberci paradigmadan da etkilenen bu bakış açısına göre insanlık, birbirlerinden farklı zamanlarda da olsa adeta kastlaşmış şemaların içerisinde bulunmak zorundadır. Engels ve Marx’ın sadece Grek ve Roma medeniyetine kadar uzanan tarih yorumu da buna dayanak noktası oluşturuyor. Klasik Marksist eserlerde antik tarihe ait olarak, sadece Roma ve Yunan tarihinden bahsedilmesi gerçeği de ilkel sınıfsız toplumdan doğruca köleciliğe, oradan da feodalizme ve en nihayetinde de kapitalizme ulaşılacağı gibi genel-geçer ilkeleri doğrular görünmektedir. Unutuluyor ki Marx ve Engels bu araştırmaları sadece Roma ve Grek tarihi için yapmıştır. Eski, kadim manasındaki “antik” terimi de Grek tarihine indirgenmiştir. Oysaki daha “antik” olan -yaklaşık üç bin yıl daha kadim olan- Irak medeniyetleri bulunmaktaydı. Ancak Marx ve Engels’ten bunları bilmeleri o gün için beklenemezdi. O incelemeler içinde önemli olan “metottur.”

Ama tarihsel ilerlemecilik, yeni arkeolojik veriler çıkınca da boş durmaz. İlkel sosyalist toplumdan sonra kurala göre görülmesi gereken “köleci üretim tipi” yeni keşfedilen Sümer medeniyetinde de olmalıydı. İşte “teoriye göre olay yaratmak” burada skolâstik tarihçilerin eline koz verircesine sırıtıyor. Sümer, Asur, Babil, Çin ve Mısır uygarlıklarının hepsine birden “köleci” damgası yapıştırmak ne yazık ki sorunları çözmüyor. Peki, tarihsel ilerlemeciler, köleciliğin yaşanmadığı toplumlardan hiç bahsetmiyorlar mı? Köleci devlet olan Roma’yı yıkan Cermen orta barbarlarını köleci devlete saldırıp, onu yıkarak spontane feodalizme geçiş gibi istisnai bir durum sergiledikleri için muaf sayıyorlar. Aynı mantığı köleci saydıkları diğer birçok medeniyete neden uygulamıyorlar? Bunu başardıkları an şüphesiz birçok istisnai durum ile karşılaşacaklardır.

Cermenlerden başka Osmanlı’yı kuran Kayı boyu gibi Orta Asya’daki çoğu topluluk, Slavlar,  İskitler, Kimmerler… Köle emeğinin görüldüğü bir üretim biçimini hemen hemen hiç yaşamamıştır.

Marx köle emeğini, öküz emeğine benzetir. İkisi de sahibinden bir ücret beklemez, asgari fizyolojik ihtiyaçların giderilmesi yeterlidir. Köleler çoğunlukla yabancı bir kabilenin veya topluluğun istilasıyla elde edilirler, eğer kaynaşma olmazsa, yabancının sonu kölelik olur. İslamiyet’te, cehennemde cezasını çekip sonrasında cennete giren “yabancı”ların alınlarında bir kara leke olacağı inancı vardır. İşte yabancı kabile barbarları da -çoğunluk aşağı veya orta konumdadırlar- böyle bir kara lekeyi önsel olarak taşırlar. Maalesef Tanrı’dan o kullarının alınlarındaki kara lekeyi silmelerini isteyecek Muhammed gibi bir eşitlikçi de çıkmaz. Devrimci bir sınıf olamayan köleler, içinde bulundukları iktisadi sistemi değiştirecek isyan içerisine de giremezler. Köle isyanlarının hazin sonu hep başarısızlıktır.

Komündeki birey, bireysel olarak mülk sahibi değildir; ancak komün üyesi olmasının ona verdiği sıfatla aynı zamanda tüm toprakların ortaklaşa sahibidir, bir anlamda da mülklüdür. Serf, toprağın tasarruf hakkına ve kısmi de olsa bir takım üretim araçlarına sahiptir. Ücretli işçi zaten emek-gücü adlı metanın sahibi ve onun satıcısıdır. Ancak kölecilikte mülkiyetin herhangi bir biçiminden bahsedilemez, var olan gerçek, kölenin kendisinin bir mülk olduğudur. Bu anlamdaki köle emeği klasik biçimiyle Roma’da görülmüştür. Roma tarımsal üretim düzeyine ulaşmış yukarı barbarlık konağındaki bir kent iken medeniyete girmiş ve köle emeğini kullanmayı hâkim bir tarz olarak belirlemiştir. Yukarı barbarlık konağındaki Kent’ten (Cite’den) medeniyete ulaşmış her toplumda köle emeğine rastlanır genellemesi doğru sayılabilir. Asur’da, Babil’de ve diğer birçok medeniyette efendi-köle ilişkisi bugün acıyarak bakacak düzeyde sertlikte var olmuştur. Ancak bunu karakteristik bir özellik saymak, kastları damgalamak için malzeme yapmak hatalıdır. Çünkü ister orta barbarlık konağından isterse yukarı barbarlık konağından medeniyete ulaşılmış olsun temel özellik, değişim amacıyla genişlemiş meta üretimiydi. Bu durum kent ile köyün birbirinden farklılaşmasına ve zanaatçılığın da işbölümü nedeniyle tarımdan tamamen koparak modern tarihte doruğa ulaşan sanayi-tarım zıtlığının temellerini oluşturmasına sebep olmuştur. En önemlisi de yukarı barbarlık konağında doğan ticaret sermayesi bireycileymiş, diğer anlamıyla da bezirgânlaşmıştır.

Tarih tezi’nin belki de en önemli noktalarından biri, tefeci-bezirgânlığa başat rol yüklemesidir. Onu tarihsel ilerlemecilikten ayıran en önemli nokta budur. Bilindiği üzere sermayenin primitif biçimi tüccar-tefeci sermayesidir. Köle, zanaatçı ve çiftçinin yarattığı artı-emeğin bir kısmına el koyan yine tüccarlardır. Tefecilik ise ödünç paradan alınan faizdir. Önceleri ödünç para sadece köylüye ve zanaatçıya verilirken zamanla köle sahiplerine de büyük mülk sahiplerine de verilmeye başlanmıştır. Yani tefeci-bezirgân sermaye köle sahibini dahi aşabilecek, onu dahi sömürü mekanizmasının içine hapsedecek kertede ekonomide belirleyicidir, öncüdür. Bu antik sermaye, tefeci-tüccar sermaye, her zaman yazı-para-devlet üçlüsü ile birlikte yani medeniyet kelebeği kozasından çıkınca bezirgânlaşmış bir hale bürünmüştür. Çünkü modern sermayenin öncülleri ilkin tarımsal üretimin komünal bir ruhla yapıldığı yukarı barbarlık konağında görülür. Ama ilkel sosyalist düzenin bu son aşamasında ticaret, kişi yararına ve onun adına değil topluluk adına yapılmaktadır.

Ne kadar ilkel komüna gelenekleri ağır basarsa bezirgânlık o kadar nefret doğurur. “Hiçbir Romalının yaşamını esnaf ya da zanaatçı olarak kazanmasına izin verilmezdi.” diyen Halikarnaslı Dionysius’un sözünü, İslam medeniyetinde “Hâşâ min huzur tüccar taifesinden” şeklinde görmekteyiz.

Aslında sanayi sermayesi de belli noktalarda bezirgân sermaye ile benzeşir. İkisi de değişimdir. İkisi de meta satın alır ve bu metayı satar. Ancak sanayi sermayesinin işçiden satın aldığı meta olan emek-gücü ile diğer bir meta olan üretim araçları hammaddeyi işler. Satılan meta, alınana göre bambaşka bir şey olmuştur. Ama tüccar sermayesinde böyle bir üretim mekanizması –her ne kadar üretim sayesinde var olabilmesine karşın- yoktur. Tefeci-tüccar sermayesinin, antika sermayenin, yarattığı para-servet birikimi modern sermaye için olmazsa olmazdır; ama yeterli de değildir. “Yeterli olsaydı, eski Roma, Bizans vb. tarihlerini özgür emek ve sermaye ile sonuçlandırmış olurlar, ya da daha doğrusu yeni bir tarihe geçmiş olurlardı. Çünkü oralarda da eski mülkiyet ilişkilerinin çözülmesi, para-servetin –ticaretin, vb.- gelişmesine bağlıydı. Ama bu çözülme, sanayiye götürmek yerine, gerçekte kırın kent üzerindeki egemenliğine götürdü.”[13] Kapitalizme geçiş için tarım üreticilerinin topraklarından kopup çalışmaya başlayarak gelecekte de emek-gücünü satmaktan başka bir çaresi kalmayacak duruma düşmeleri, şehirlerde değil köylerde yuvalanmış olan manifaktürlerin belirmesi ve tefeci-tüccarların büyük mülk sahiplerinin girişkenliğine doğru adım atmaları gerekmektedir. Bu koşullar olmadığı sürece ne kadar para-servet birikimi olursa olsun feodal görünümde olan hiçbir uygarlık kapitalizme atlayamaz.

Asya biçiminde olduğu gibi natürel ekonominin uzun süre dağılmadan kalabildiği medeniyetlerde tefeci-bezirgân sermaye nasıl kendi varlığını devam ettiriyor? Kapitalist ekonomideki kadar olmasa da arkaik üretimde de emeğin kendi içinde bölünmeleri bulunmaktaydı. Gerekli-emek ve artı-emek. Artı-emek, tarım komünü devrinde komünlerin üst birliğinin hükümdarına veya tanrının temsilcisine, medeniyet devrinde ise devletin temsilcisine ödenirdi. Tefeciye verilen faiz ise anlaşılacağı üzere gerekli-emekte bir daralmaya sebebiyet veriyordu. Böylece de artı emek oransal olarak artıyordu. Üretici gittikçe yoksullaşıyor, ekonomi temelindeki bu değişim de üst-yapıda politik yozlaşma ve değer yargıların çürümesi, ilkel sosyalist geleneklerden de tam kopuşmayı doğuruyordu. Fasit daire sürekli ezilenlerin zararına ezenlerin ise yararına dönüp duruyordu. Bir süre sonra zaten parazitliğinde hacet olmayan tefeci-tüccar sınıfı da bu durumdan zarar görüyor, ticaret yolları tıkanıyordu. Kıvılcımlı’nın tarih tezi işte yine burada devreye giriyor ve barbarların-bir anlamda da zorun- tarihteki fonksiyonunu gösteriyordu. Barbarlık-medeniyet çelişkisi ışığında antika tarih değerlendirilince çıkış yolu kendini hemen gösteriverir. Tipik barbar akınları çökmekte olan ve kendini savunamayacak ticaret yollarına doğrudur. Örneğin Tatarlar, Pasifik Okyanusundan Kırım’a dek uzanmış büyük bezirgân yollarını açmışlardır.

Tezin, tarihte üretici güçleri yani üretimi temel alan yaklaşımıyla değişiminin kendisi demek olan bezirgânlığı merkeze yerleştirmesi paradoksal bir ifade gibi görülebilir. Ama ticaretin kendisi sosyal sınıfların ürettikleri metalar arasındaki değişimse, ticaretin temelindeki üretim faktörü hemen kendini gösterir. Üretim sayesinde var olabilen ticaret, belli bir zaman sonra üretimi de kendi kontrolüne alacaktır. Egemen sınıfın temsilcileri bile tefeciye borçlu konuma düşmekten kendini alamayacaktır. “Yaptığı iyilik ürküttüğü kurbağaya değmeyen bezirgân, üretim bakımından yeryüzünün en parazit sınıfı iken; üretim için dahi toplumun en yararlı sınıfı durumuna girdi. Yaptığı, hiçbir şey yaratmayan en aşağılık sömürücülüktü! Yığdığı muazzam zenginlik ölçüsünde, en yüce şan ve şerefle, bizzat üretime her gün biraz daha egemen oldu. Modern ekonomi krizlerine dek.”[14]

Buraya kadar anlatılanları tek cümle içinde özetlemek gerekirse, insanlık, geriye gidişlerle dolu bir biçimde komün-bezirgânlık-kapitalizm üçgenini çizmiştir. Kısa süreli sosyalist deneyimler de -son durumdaki sonuçları itibariyle- kapitalizmi Rönesans’a uğratmaktan öteye geçememiştir.

Asya Üretim Tarzı ve Tarih Tezi

Batılı kaynaklarda akademik bir araştırmadan öteye geçemeyecek bu konu, Doğu toplumlarındaki siyasal çalkantılar –daha net söylemek gerekirse geri ülkelerdeki devrim sorunu- söz konusu olunca pratik-politik bir değer kazanıyor. Özellikle Marx’ın Asya’da ortak mülkiyetin yanında özel mülkiyetin bulunmadığı, sadece özel zilyedlik adı verilen bir tasarruf hakkının var olduğunu belirttiği Formen adlı notlarının yayımlanmasından sonra, Doğu toplumlarının üretim ilişkilerinde bir “orijinalite” arama çabası önem kazandı. Gerçekten de, Asya topluluklarında / devletlerinde pre-kapitalist ilişkilerin her aşamasına rastlanılması ve bazı bölgelerde kapitalist medeniyetin girişine kadar doğal ekonominin sürmesi ve Japonya haricinde hiçbir Doğu toplumunun kendiliğinden kapitalizme atlayamaması tarihsel maddeciliğin önünde hem pratik hem de teorik bir sorun olarak belirdi.

Asya Tipi Üretim Tarzı(ATÜT) incelenirken yapılabilecek önemli iki hata vardır:

  1. Alıntı cambazlığı: Marx-Engels’in değiştirilemez-geliştirilemez olarak benimsenen metinlerinden alıntılar yaparak bu konuda kişisel görüşleri ispat yoluna gitmek cambazlıktan öte bir değer taşımamaktadır. Çünkü Marx ve Engels bu konu ile doğrudan ilgilenmemişlerdir. Özellikle Marx’ın araştırma alanı kapitalist ilişkileri açığa çıkarmaktı. Bu yüzden ücretli emekçinin ortaya çıkış koşullarını inceliyordu. Derinlikli incelemeleri esnasında da birbirinden farklı çeşitli uygarlığa geçiş biçimlerine rastladı, bu bilgileri de eserlerinde kullanmak üzere el yazmaları şeklinde sakladı. Dolayısıyla Marx’ın kapitalizm öncesine bakışı hep kapitalizm ile bağlantılıdır. Amaç Kıvılcımlı’daki gibi tarihin değil kapitalizmin gidiş kanunu saptamaktır. Engels’in de Morgan’ın tarih öncesi aşamaları sosyolojik olarak sınıflandırmasına kadar, çeşitli kapitalist öncesi üretim biçimleri üzerine net bir görüşü yoktu. Cambazlığı esas doğuran sebep ise Marx ve Engels’in bu konuda birbirine taban tabana zıt ifadeleri kullanmalarıdır. Örneğin Engels, Marx’a “Ama nasıl oluyor da Doğulular toprak mülkiyetine, bunun feodal biçimine bile bir türlü varamıyorlar?”[15]diye soruyor. Aynı Engels, başka bir yerde “Türkler Doğuya, fethetmiş bulundukları ülkelere bir tür tarımsal feodalizmi sokanların ilki oldu.”[16] şeklinde yazarak tam aksi bir görüş belirtiyor. Böylece doğuda feodalizmin görülüp görülmediği şeklindeki kısır tartışmanın taraflarının ikisi de Marksist külliyattan kendilerine dayanak bulabilirler, ama gerçeğin kendisinin ne dediği idealist değil; sadece maddeci metot sayesinde görülebilir.
  1. Tarihsel maddecilikten kopuş: Alıntı cambazlığına düşmenin yanında marksizmden kopmak da onarılamaz hatadır. Marksizm alanından çıkıldığı sürece Doğu’nun geri kalmışlığını ırk üstünlüğüne bağlamak dahi mümkündür. “Anatomi bakımından aşağı olan bir ırk, asla yüksek bir medeniyet yaratmadı. (…) Oysa organ asaleti bakımından insan ırkları birbirinden çok ayrıntılı bulunurlar; ırklardan kimileri seçkindir, kimileri de lanetle damgalanmış.”[17]

Konu, Türkiye’de de epey tartışılmıştır, bu sayede epey de incelenmesi gereken kaynak bulunmaktadır. İlginin nedeni Osmanlı ve ondan köken alan Türkiye’nin de Doğulu bir toplum olması, ATÜT özelliklerini taşıma ihtimali ve hatta Marx’ın anlatımlarında açıkça birkaç noktanın belirtilmesiydi: “Vergiden başka rantın bulunmadığı Asya’da devlet vergilerinin esasta ayni olarak ödenen rantlardan ibaret oluşu, doğal olay düzenliliği ile yeniden ortaya çıkan üretim koşullarına bağlıdır. Ve bu ödeme biçimi de eski üretim biçiminin devamını sağlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta kalmasının sırlarından birisi de budur.”[18]

Tartışma ATÜT’çüler olarak bilinen –Sencer Divitçioğlu, Muzaffer Sencer gibi- üretim biçiminin anlık farklılığını temel çelişki olarak belirleyen ve bu çelişkiyi de zaman ve mekân gözetmeksizin Osmanlı da dâhil olmak üzere tüm Doğuya uygulayan bir grubu doğurmuştur. Bu grup, Marx’ın Asya’da özel mülkiyet olmadan da rantın ve devletin var olabileceğini sözünü tersinden yorumlayarak rant ve devletin görüldüğü hatta özel mülkiyetin üst-yapıyı yozlaştıracak derecede görüldüğü çöküş aşamasındaki medeniyetlere bile ortak mülkiyetçi, özel tasarrufçu sıfatını verebilmektedir. Diğer bir grup ise bu tartışma etrafında geçen kavramların, üretim tarzlarının ve aşamaların hiçbirisinin Osmanlı ile bir bağının olamayacağı, imparatorluğunun doğuşundan çöküşüne kadar “merkezi feodal” bir yapıya sahip olduğunu savunan klasik tarihsel ilerlemecilerdir.

Kıvılcımlı’ya karşı, Asya tipi üretim tarzı konusunda da  -Osmanlı, İslam ve antika tarih alanında olduğu gibi- susuş kumkuması devam etmiştir. Sessiz koroya katılmayanlar ise ya Kıvılcımlı’yı ATÜT’çü göstermişler ya da onu Stalinci çizginin devamcısı olarak Ortodokslaştırmışlardır. Kıvılcımlı, tartışmaya 1967 yılında yazdığı “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” kitabı ile dâhil olmuştur. Bu kitap ile Kıvılcımlı’nın yapmak istediği şey, Tarih Tezi ile Grundrisse’yi karşılaştırmaktır. Ancak Kıvılcımlı’nın incelediğini söylediği kitap Grundrisse değil, Grundrisse içerisinde yalnızca bir bölüm olan “Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler” yani kısaca Formen’dir. Fransızca’dan tercümeyi İngilizce’ye göre daha fazla kullandığını belirten Kıvılcımlı’nın kitabında yer alan Formen çeviri metinlerinde, günümüz çevirisine oranla bilgi hatasına sebep olabilecek önemli bir hataya rastlamadık. Doktor, Formen’i okuduktan sonra tezinde değiştirilmesi veya düzeltilmesi gereken hiçbir noktaya rastlamadığını söyler. Ancak açıkça sezilmektedir ki, Kıvılcımlı’nın diğer eserlerindeki kendinden emin, saldırgan ve iddialı dili kaybolmuş yerini savunma üslubu almıştır. Her ne kadar Formen’de arkeolojik bulguların yanlışladığı somut noktaların üzerine fazlaca gittiyse de genel karakter net bir şekilde savunmadır. Savunmasında Kıvılcımlı başarılı olmuştur. Formen’de bulunan ve tarih teziyle çelişen doğru öğeler ile tarih tezinin Formen ile çelişen haklı noktaları dikkatli bir incelemeyle saptanabilir; ancak iki kitabı –Formen ile Tarih-Devrim-Sosyalizmi- ayıran en temel özellik, iki kitabın da başka başka konulardan bahsetmesidir. Marx’ın amacı kapitalizmin üzerindeki, Kıvılcımlı’nın ki ise antika tarihin üzerindeki peçeyi kaydırmaktır. Kıvılcımlı’da sayfalar dolusu tutan barbarlığın tarihcil devrim yaratan istilaları Formen’de hemen hemen hiç yer tutmaz. Ama Kıvılcımlı’nın yalnızca genel özellikleri itibariyle baktığı ve bütünsel bir ifadeyle toparladığı ortak mülkiyete dayalı üretim biçimleri Marx’ta temel konuyu oluşturmaktadır. Çünkü Marx hür işçinin nasıl doğduğunun, üretim araçlarından nasıl koparıldığının ve bunun yanında para-servet birikiminin nasıl sağlanabildiğinin nedenlerini incelemektedir. Bu sebeple de arkaik toplumdan medeniyete geçiş aşamalarındaki –Engels’in bahsettiği üzere yukarı barbarlık konağının son aşamaları- üretim biçimlerinin bölgesel farklılıkları söz konusu edilmiştir. Öte yandan Kıvılcımlı’daki temel nokta, medeniyete barbarlığın kolektif aksiyonu sayesinde geçildiği ve orta barbarlık ile yukarı barbarlığının aksiyon güçlerinin orijinal bir medeniyet yaratıp yaratmama konusunda hayati bir öneme sahip olduğudur. Ama mal bulmuş mağribi gibi Batı kaynaklarını benimsemekte hata görmeyen bir kesimin politik ortamda söz sahibi olması Kıvılcımlı’yı yalnızlaştırmıştır ve Kıvılcımlı da kendi kendisiyle tartışarak bu sonuçlara ulaşmıştır. Dolayısıyla çevrenin belirlediği psikolojik etki de gözlerden kaçırılmamalıdır. Hele ki Morgan’ın sosyolojik sınıflamasından önce Marx’ın bu kitabı yazdığı bilgisinin pek dikkate alınmadığı bir politik ortamda, Marx’ın barbar kolektif aksiyonunu gündeme hiç almaması Kıvılcımlı’nın zaten pek de tartışılmamış olan tarih tezini yanlışlıyor görünüyordu. İşte Kıvılcımlı’nın kitabı bu bilinç ile yazılmıştır.

Kıvılcımlı’nın okuduğu Formen’i çeviren kişi, önsözde Marx’ın diyalektik metodu sadece kapitalist çağa değil; bu eseri ile tüm tarihe uyguladığından söz etmiştir. Kıvılcımlı da Marx’ın böyle bir uğraşıya girişmediğini, onun inceleme alanının doğrudan modern sermayenin oluşum ve işleyiş mekanizması olduğunu belirtmiştir. Kıvılcımlı’nın bu karşı çıkışını kendi kimliğini ön plana çıkartma olarak algılamak Formen’in niteliğini de gözden kaçırma anlamına gelir. İki bölümden oluşan Formen’in ikinci bölümü doğrudan modern sermaye ile ilgilidir, ilk bölüm de her zaman ona tabidir. Kapitalist öncesi üretim biçimlerine kapitalist öncesi üretim biçimlerini araştırmak için değil; kapitalizmi çözümlemek için yönelme söz konusudur. Marx incelenirken bu temel özellik dikkate alınmazsa tarih bir sınıflandırma bilimi olmaktan çıkıp, şematize kalıplar bilimi haline gelmekten kurtulamayacaktır. Kıvılcımlı, otorite tanımaz cesur eleştirileriyle bu yoldan ayrılmayacaktır.

Formen’den öğrendiğimiz ilk net bilgi, üretimin oluşması için ön şart olan şeyin arkaik topluluk, yani ilkel komün olduğuydu. Üretim var olduğu için ilkel topluluk değil, ilkel topluluk olduğu için üretim vardı. “(…) kabile topluluğu, doğal topluluk da toprağın (geçici olarak) ortaklaşa mülk edinilmesinin ve kullanılmasının bir sonucu olarak değil, önkoşulu olarak görünür.”[19] Aynı şekilde Marx, “Bu mülkiyetin ortaya çıktığı bütün biçimler” diye yazıyor, “bir topluluğu öngörür ki bu topluluğun üyeleri, aralarındaki biçimsel ayrımlara karşın, bu topluluğun ortak üyeleri olarak toprak sahibidirler.” Somut birey ile doğal üretim koşulları arasında bulunan komün denen varlığın Marx tarafından önkoşul ve olmazsa olmaz olarak ön plana çıkarılması Kıvılcımlı’nın “İnsan Üretici Gücü” şeklindeki kavramını da doğruluyordu. Çünkü Kıvılcımlı insan üretici gücünü, somut kişi ve komün gücü olarak iki kısımda incelemişti. Somut birey de ortaklaşa mülkiyetin sahibi olan bireylerden ve tarihin çalkantı zamanlarında ön plana çıkardığı peygamber, şef ve nihayet devrimci militan olan ekonomi temeline bağlı kişilerdirler. Zaten somut kişi gücü “İnsan Üretici Gücü” kavramında fazla yer de kaplamaz. Sürekli bahsi geçen komün gücüdür, kolektif aksiyondur. Bu tez aynı zamanda teorik anti-hümanizmanın Marx tarafından çürütülüşü anlamına da geliyor. Komün gücü daha sonra bizzat tek belirleyen olacak olan ekonomi temelinin asli unsuru üretimi yaratmıştı.

Varoluşçu felsefeye dayanan hümanizmayı tarih doğruluyor mu? İnsan denen şeyi tarihin yörüngesine oturtan ve bireysel davranışları masalvari bir Robenson anlayışına kadar vardıran bu felsefeyi de tarih doğrulamıyor. “(…) kişisel bireyin, emeğin ve ona ait olan nesnel koşullar olarak algılanan yeniden-üretimin doğal koşullarıyla, bir başka deyişle inorganik doğa biçiminde bulunan öznelliğin gövdesiyle ilişkisidir.”[20] İşte organik bedenin inorganik bir uzantısı haline gelecek kadar insanla bütünleşik olan nesnel koşulun yani toprağın ve tarımsal üretimin insanın bilişsel fonksiyonlarını belirleyen olmaması mümkün değildir. Varoluşçu felsefe organik bireyi görüyor ama onun inorganik kısmını yani ekonomiyi göremiyor, teorik anti-hümanizma ise ekonomiyi yani inorganik insanı görüp organik insanı yok sayıveriyor. Kıvılcımlı’nın somut kişi gücü ve somut komün gücü olarak ikiye ayırdığı “İnsan üretici Gücü” kavramını daha sonra parçalanan inorganik-organik insan bütünleşik yapısı sayesinde bir kez daha ispatlamak, bireysel davranışın yüceliğini kıstas tutan ahlakçı bir anlayışa sahip olmak anlamına gelmemektedir. Marx’ın komünal düzende yaşayan insanı betimleyen “Birey yaşamını kazanmada öyle koşullar içinde bulunmaktadır ki, servet edinmeyi değil, kendi kendine yeterli olmayı, kendisini topluluğun bir üyesi olarak yeniden üretmeyi; toprak parçasının sahibi olarak ve bu sıfatla, komünün bir üyesi olarak kendisinin yeniden-üretilmesini amaçlamaktadır”[21] sözünü göğüsleyince kendiliğinden, barbar insanın mala mülke önem vermez erdemli niteliğinden sürekli dem vuran Kıvılcımlı’yı da savunacağımız kanaatindeyiz. Barbar insanın Marx’ın belirttiği servet edinmeyi düşünemez konumu tamamen onun inorganik bedeni olan üretim koşullarının ona dayattığı bir şeydir, maddeseldir. İnsanlığın protosümerlerden beri Mısır, Asur, Çin, Hint ve Akdeniz havyasal medeniyetlerinde yarattığı devlet-para-yazı denen uygarlık canavarı, bütünüyle barbarlığı yeryüzünden daha yok etmemiştir. Barbar insanın insani özelliklerinin vurgulanmaması, medeniyetin ve günümüzde de aydınlanmacı modernizmin bakış açısıdır. Çünkü insan toplum yaratıcısı olduğu kadar aynı zamanda bir toplum yaratığıdır da. İster istemez de içinde bulunduğu üretim koşullarının etkisini taşıyacaktır. Kıvılcımlı aydınlanmacı yöntemi kullanmamaktadır ve barbar insanının ülkücü damarını göstermesi de ahlakçılık değil, materyalizmin somut uygulanışıdır.

Formen’in temel konusu birbirinden ayrı Asya, Slav, Cermen ve Roma olmak üzere dört üretim tarzı belirtmesidir. Bu tarzların hepsi ilkel sınıfsız toplumdan medeniyete geçişin görüldüğü biçimlerdir. Morgan’ın sınıflamasıyla yukarı barbarlık ve orta barbarlık aşamasına tekabül etmekteydiler. Dolayısıyla tarımsal üretim de görülmekteydi. Marx’ın “tarım komünü” nitelemesi hem uygarlığa geçişte görülmesi gereken özel mülkiyet ayrımını doğuran üretimi hem de sınıfsız toplumun komünist özelliklerini vurgulaması bakımından yerindeydi. Dört biçim de farklı toplumların, yukarı barbarlık-orta barbarlık konağından köle-serf emeğinin görüldüğü daha uygar biçimlere geçiş aşamasında görülen mülkiyet ilişkileridir. ATÜT’çülüğün yaptığı, bu biçimlerden sadece biri olan Asya üretim tarzını, dünya pazarının neredeyse hemen hemen bütün doğu ülkelerine girene kadar varlığını sürdürmüş diğer biçimlerden bağımsız, onlardan etkilenmeyen bir biçim olarak belirtmesidir. Tüm doğu toplumları, hatta kapitalizm girene kadar Osmanlı İmparatorluğu dâhil olmak üzere, ortak mülkiyet, özel tasarruf ekseninde değerlendirilmiştir. Yapılan bir tür Marksist oryantalizmdi. Oysa bu üretim tarzlarının dördü de birbirinden köken almaktaydı. Hepsi özel mülkiyet-ortak mülkiyet zıtlığı şeması içerisinde birbirini olumsuzlamaktaydı. Marx da “Öyleyse mülkiyet –asyatik, slavik, antik ve cermenik biçim altındaki mülkiyet- başlangıçta çalışan (üreten) (ya da kendi kendini yeniden üreten) öznenin, kendi üretiminden ya da yeniden üretiminin koşullarında kendilerinin koşulları gibi davranmaları demektir.” diye yazar. Yani aradaki fark, mülkiyet ilişkilerinin, üretim koşullarına göre farklı biçim alışlarıydı. “Bütün bu biçimlerde, her birey ile topluluk arasında önceden varsayılan –azçok doğal, azçok tarihsel ama gelenekleşmiş- ilişkilerin ve hem emeğin koşullarıyla olan ilişkisi bakımından ve hem de birlikte çalıştığı kişilerle, aynı kabileden öteki kişilerle vb. olan ilişkisi bakımından, birey için önceden saptanmış belirli, nesnel bir varlığın yeniden üretimi gelişmenin temelidir.”[22]Asya biçimi hepsinin temelini oluşturmaktaydı, çünkü özel mülkiyete doğru en az yol almış biçimdi. Asya biçiminde kırların ve kentlerin farklılaşmamış birliği söz konusuydu. Slav biçimi ise Doğu’nun tersine gidişinden kaynaklanmaktadır. Roma biçiminde ortaklaşa mülkiyet, devlet mülkiyeti olarak görülür; ama özel mülkiyet de söz konusudur. Cermen biçiminde ise özel mülkiyet vardır ve komünal mülkiyet özel mülkiyetin karşıtı olarak değil de onun tamamlayıcısı olarak bulunmaktadır. Komünal mülkiyetin başlıca bölgeleri ortak yaşanılan yerler, otlaklar, ormanlar ve av alanlarıdır. Roma mülkiyetinde temel yapıyı şehirler oluşturuyorken Cermen biçiminde kırlar temeli oluşturmaktaydı. “Demek Marx’ın saydığı bütün ortak mülkiyet biçimlerinde kök birdir. Doğuludan Romalıya dek geçirilen değişiklikler, ana komünün ortak mülkiyet çerçevesi içinde olur biterler. Bir tek ve bütün ortak mülkiyet yalnız belirli çevre ve tarih şartlarına uğradıkça, yerine ve zamanına göre az çok değişikliğe uğrar. Asyalı, Doğulu, Slav, Cermen, Roma, Antik adlarını alan ortak mülkiyet biçimlerinde, açık da olsa, gizli de kalsa taban aynıdır.”[23]

Marx’ın bu biçimleri incelerken tahmin edileceği gibi Morgan’ın sınıflaması bilinmiyordu. Buna rağmen dâhiyane kategorilendirmelere rastlıyoruz. Marx, “Klasik antikitenin tarihi, sitelerin tarihidir, ama toprak sahipliğine ve tarıma dayanan kentlerin.”[24] yazarak, kadim tarihi Tarih Tezi’ndeki gibi Cite’ye indirgiyor ve bu şekilde yukarı barbarlık konağına gelmiş toplumların tarımsal üretim yaptığını da ekliyordu. Başka bir yerde, Marx, “yerleşik olmayan bir yerde, hayvanlarını otlattığı anlamda belirli bir süre oturan kabilenin çobanlık durumunu ve göçebeliğini, varlık tarzının ilk biçimi olarak kabul edebileceğimiz gibi (…)” diyerek orta barbarlık konağının göçebe çoban karakterini sergileyecektir. Ancak Marx, aşağı ile orta barbarlığının ayırdında değildir, avcılık ile çobanlığı birlikte kullanmaktadır. Kıvılcımlı, Tarih Tezi’nde temel noktaları oluşturan bu öğelerin Marx’ta da bulunmasına memnuniyetle bakmaktadır. Marx’a göre bu biçimlerin görülmesi yani tarımsal üretime geçiş aynı zamanda kan bağlarının çözülüşü manasına geliyordu ki bu durum tarımın yabancılarla ve komşularla teması geliştirmesi sayesinde mümkün olmaktaydı. Yukarı barbarlığı homojen bir yapı saymayan Tarih tezi ile önemli bir benzerlik de burada kendini göstermekteydi.

Doktor’un içine düştüğü en büyük hata ve onu tersinden bir ATÜT’çü yapan fikir, Marx’ın çözümlediği Asya tarzını Doğu tarzı olarak ele almasıdır. “Bizde Asyatik toplum diye bir deyim dile dolandı. Marx’ın Asyatik biçime daha genel anlama gelsin diye verdiği ad Doğulu biçimdir. (…) Grundrisse’de en ayrıntılı açıklamalar Doğulu ortak mülkiyet üzerine yapılır.”[25] ATÜT’çüleri oryantalizm batağına çeken bu kanı, Kıvılcımlı’yı Marx karşıtı bir tarih tezi yazarı safına düşürmüştür. Oysa ne ATÜT’çüler doğruyu söylüyordu, ne de Kıvılcımlı. Gerçek olan Marx’ın bu tezleri Hint toplumu için yazdığıydı. “Marx ve Engels’in çalışmalarının evrimine genel olarak bir göz gezdirmek, Asya biçiminin, Mısır-Mezopotamya-İran-Hindistan kuşağından, Hint topluluklarına indirgendiğini görmemize yetecektir. Merkezi sulama (ya da suların düzenlenmesi) konusu dışında Asya biçimi örneğini, yalnızca Hint topluluklarına vermiş olmaları, coğrafya alanı olarak “Asya” ile “Asya biçimi”ni birbirinden ayırdıklarına bir kanıt oluşturabilir.”[26] Ancak Engels doğu despotluğundan bahsederken  “Hindistan’dan Rusya’ya kadar”[27] tümcesini de ekleyecektir. ATÜT’çüler bu noktayı görmedikleri için “Eski Doğu Üretim Biçimi” adıyla başka bir fraksiyon oluşturan gruplarla birlikte, sınıfsal bakış açısından yoksun oryantalizm safına düşmekten kurtulamayacaklardır.

Bundan dolayı da Marx’ın “En dirençli olan ve en uzun süre dayanan zorunlu olarak asyatik biçimdir. Bu, onun dayandığı temel ilkeden, yani bireyin topluluktan bağımsız olmayışından; üretimin self-sustaining (kendi kendine yeterli) oluşundan, tarımla imalatın birliğinden, vb. ileri gelir.”[28]sözü Kıvılcımlı’nın hedef tahtasına oturacaktır. Asya biçimini tüm Doğu biçimi olarak algılayan Kıvılcımlı haksız da değildir. Çünkü Doğu medeniyetleri içerisinde yirmi beş yıl bile ömre sahip olamayan toplumlar vardır. “Ne var ki, Asyalı denen Doğu tipi mülkiyet, tarihcil devrimlerle sık sık sahneye çıkan yeni ve taze komünler tarafından tekrar edilir. Bu tekerrür, biçimin tutkun olduğunu gösterir. Ama daha uzun yaşantılı olmasını pek gerektirmeyebilir.”[29]Bunun yanında manifaktür ile tarımın bir oluşu kendi kendine yeter bir durum için bir sebep değildir; çünkü aynı birlik Roma ve Antik Yunan kentlerinde de geçerliydi.  Diğer bir açıdan bakıldığında da Roma için özgül sayılan Kent (Cite), çoğu Doğu uygarlığının temeliydi. Sümer medeniyeti, Ur, Uruk, Cemdet-Nasr kentlerinden doğmuştu.

Kıvılcımlı’nın manifaktür-tarım birliğinin kenti sürekli kılıcı bir etki yaratmadığı tespitinden ayrı olarak Marx’ı eleştirmesi yersizdi. Çünkü Marx, burada Hint toplumunu kıstas almaktadır. Bunun nedeni de modern kapitalist dünya pazarının bu ilişkileri parçalamasıydı. Marx’ın araştırmak istediği bu durumun üretici güçleri ne yönde etkilediği meselesiydi. Gerçekten de Marx’ın belirttiği gibi Hint toplumunun kendi kendine yeterli doğal ekonomi tarzı çözülmüyordu. Marx bunun ekonomi politik nedenlerini ve sonuçlarını açıklamaya çalışırken, Kıvılcımlı “Tarih öncesinde, Sümerlerden İndüs ırmağı boyuna atılmış gözüken Kentleşmeler üzerine, belki Tufan Irak Medeniyetine inerken; Asya Barbarları Hindistan’a indiler. Ondan sonra geçen binlerce yıl, Kastları ebedileştirdi. Akdeniz Grek Medeniyetinin tasfiyesini yapan İskender, Hindistan’ın kapılarından öteye geçmedi. İskender’den sonra Hindistan’a yapılan bütün Barbar akınları, oradaki Antik Medeniyetçe, hemen kolaylıkla -söz yerinde ise- amortise edildi. Ve Hindistan, Kastları ile baş başa kaldı.”[30] şeklinde bir tespit yapıyordu.

Kıvılcımlı, Marx’ın Hint toplumuna özel yazdığı tezi tüm Doğu’ya yazılmış olarak algıladığı için ve doktorun düşüncesinin de temeli tarihte medeniyetlerin sürekli yeniden doğuş ve yıkılış kanunundan ibaret olduğundan Tez, Formen ile taban tabana zıt konuma düşüyordu. Kıvılcımlı, Marx’ı yanlışlayarak kendi tezinin savunmasını yapıyordu. Ancak Marx’ın Hint toplumunu incelediği bilgisi kabul edilince, Kıvılcımlı’nın aksine, Tarih Tezi aslında, Marx’ın çözüşmeyen Asya tarzı kavramıyla doğrulanıyordu. Demek bir üretim tarzının çözülmesi için etkili barbar akınları gerekiyordu ve Hint toplumunda da olmayan bu akınlardı. Hint toplumunun bu özelliğini anlatan yine Kıvılcımlı’ydı. Marx’tan barbarlık-medeniyet ayrımını tarihe uygulamasını beklemek konuya dolaylıca bakan biri için imkânı olmayan bir istektir. Buna rağmen Formen’deki çoğu nokta –üretim için komünün temel oluşu, göçebeliğin çobanlıkla, kentin tarım ile uyumlu oluşu, antika tarihin kentlerin tarihi oluşu, arkaik toplumda görülen çeşitli üretim tarzlarının yani tarım komününe dayanan geçiş biçimlerinin ortak mülkiyetten özel mülkiyete doğru bir seyir izlemesi- Tarih Tezi ile uyumluydu.

Ama Formen’de Marx’ın başka bir hatası vardı ki, Kıvılcımlı’nın bir yanlış anlaşılmayı çağrıştıran hatsını aratır nitelikteydi. Marx’ta Kent, devlet kelimesi ile eş anlamlı kullanılmaktaydı. “Topluluk” der Marx, “Devlet olarak, bir yandan bu özgür ve eşit mülk sahiplerinin birbirleriyle olan ilişkileri, dışa karşı onların birliği ve aynı zamanda da güvenceleridir.”[31]Kıvılcımlı da Marx’ın hatasını şöyle açıklar: “ Bu olayları 1858 yılı ele alan Marx, henüz Kent ile Devlet’i birbirinden gerektiği gibi ayırmış görünmüyor. Doğrusu, en çok göz önünde tuttuğu Grek toplumu için bu iki sosyal yapı, ayni Kent ile Devlet aynı “Polis” sözcüğü ile adlandırılmıştı. Marx’a malzeme veren yazılı tarih Kentleri ancak içlerinde Devlet denilen özel sosyal sınıf teşkilatı doğduğu zamanki durumları ile tasvir ediyordu. Onun için Marx, 1858 yılı, Kent ile Devleti aynı anlamda kullanırken haksız sayılmazdı.”[32]

Marx’ın bu hatası sonraları kendine ekonomi politik bir temel de bulacaktı. Klasik Marksist teoride rantın var olabilmesi için özel mülke dayalı bir üretim sisteminin olması ön şarttır. Rant, ürün ile ödenebileceği gibi, gelişen toplumda serfi de kısmen özgürleştirerek para ile de ödenebilir. Rantın ödendiği merkez devlet ve devlet adına rantı toplayan kimsedir. Ranttan ayrı olarak devlete bir de vergi ödenir. Ancak Asya biçiminde (yani Hint toplumunda) natürel ekonominin kendini korumasından dolayı, ürün şeklinde ödenen rant –angaryadan ürün ranta geçiş büyük bir üretim biçimi değişimi değildir, önemli olan ürün ranttan para-ranta geçiştir- para şeklinde ödenen ranta geçemez, çünkü ayni-rant toplumsal farklılaşmalara yol açmamıştır. Marx, bu sistemde vergiden başka rantın bulunmadığını da belirtir. Rant Marx’ a göre ortak mülkiyetin temsilcisi olan devlet mekanizmasına ödenmektedir.

ATÜT’çü olarak bilinen gruplar, tüm Asya devletlerini bu proses içerisinde sayıyorlar ve devlet şeklinde beliren medeniyet aşamasına geçmiş toplumlarda da özel tasarruf, ortak mülkiyet biçiminin devam ettiğini iddia ediyorlar. Son tahlilde ise söyledikleri Doğulu toplumlarda serf ve köle emeğine rastlanılmadığı, hiçbir toplumun ortak mülkiyetin hâkim olduğu bir düzenden çıkamadığıdır. ATÜT karşıtı tarihsel ilerlemeciler ise devletin her zaman egemen sınıf oluştuktan sonra var olduğu teorik bilgisine sığınarak, arkaik toplumlarda ödenen rantı da devlete ödenmiş sayarak ortak mülkiyete dayanan ilkel sosyalizmi de yok sayıyorlardı. Çünkü köleci ve feodal diye damgalanması gereken devletlerdi bunlar. “Asyai çıkışta, mülkiyetin değişmeye uğrayışını en belirgin şekilde “yüksek birliğin” doğuşunda görmekteyiz. Diğer çıkışlarda bu yüksek birlik (devlet, hâkim sınıf) özel mülkiyet temelinde doğarken; bu Asyai çıkışta, toplumun ortak mülkünü gasp eden tek mülk sahibi olarak karşımıza çıkmaktadır.”[33]Aksine, yüksek birliğin doğuşu değil yozlaşmış son aşmasıdır devlet mekanizmasının belirginleşmesi. Yüksek birlik, sınıfsız toplumun son aşamasına özgü askercil demokrasiye dayanan despotik bir yapıdır. Bu üst kuruluş, Marx’a göre Batı’da daha demokratik bir görünüm kazanmıştır ki, Doktor buna katılmayarak Yahudi Kentlerinin doğuşundan Bizans İmparatorluğu’na kadar, Akdeniz sınıfsız toplumunun medeniyet aşaması da dâhil olmak üzere epey sayıda despot bulunduğunu belirtir.

İşte Kıvılcımlı’nın Tezinin tefeci-bezirgânlığa başat rol yüklemesinden sonra en anlamalı müdahalesi de buradadır. İlkel sosyalizmin Kent’inde –yukarı barbarlık aşamasında- rant komünler birliğinin temsilcisi despota ödenir. Çünkü savaş, savunma, sulama vb ortak giderlerin söz konusu olduğu demokrasi militer (askercil demokrasi) bir üst birliği gerektiriyordu. Bahsedilen bu üst birlik, ilk etapta dine –Tanrı’ya- dayalı olmuş daha sonra ise Tanrı’nın temsilcisi despotlara bağlanmıştır. İlkel sosyalizmin kentinde de despot, ortak mülkiyetin temsilcisi ve güvencesidir. Ancak toplumda sınıf farklılaşmaları baş gösterir göstermez klan şefliğinden despotluğa yükselmiş kişiler, uygarlıkla birlikte devletin temsilcisi olarak meydana çıkarlar. İşte o zaman despot ortak mülkiyetin değil özel mülkiyetin güvencesidir, kandaş hukukun değil, sömürü hukukunun temsilcisidir. Ürün-rantın da işbölümünden ve tarım ile zanaatın ayrımından güç alırcasına giderek para-ranta dönüşmesiyle, Batı’da feodalizm şeklinde görülen üst-yapı yozlaşması sürecine girilir. Kent’in, medeniyet yani devlet; barbarlık yani komün safhalarındaki birbirine zıt olan durumu gözden kaçırılmamalıdır. Asya topluluklarının Hint toplumu haricinde hepsi bu çizgide yerlerini almışlardır. Marx’ın Hint toplulukları için belirttiğinin aksine, Doğu toplumlarında ortak mülkiyete dayalı komünler kısa aralıklarla sürekli çözülüyordu. Ancak kapitalizm öncesi dönemde, güdülen ve egemen sınıfların ikisinin de bir “memleket” olgusu biçiminde kendini devlet mekanizması içerisinde ifade ediyor olmaları sebebiyle kan teşkilatı gelenek ve görenekleri ilk safhalarda devlet içinde ister istemez ağır basmıştır.

Birbiriyle kayıkçı dövüşü yapanlar, devletin kent ile eşdeğer olduğu yanlışın iki ayrı ucundan tutunanlardır.

Tarih Tezi’nin İmtihan Sahası: Osmanlı Toplumsal Düzeni

Osmanlı Devleti, genel hatları itibariyle Kıvılcımlı düşüncesinde “ruh” ve “maddeden “oluşmaktaydı. Madde, Türkiye ekonomisinin ve bu temel üzerinden yükselen politik süreçlerin hala kopamadığı toprak meselesi; ruh ise ilkel komünist düzen ile antitezi tefeci-bezirgânlığın gelenek ve görenekleriydi. Dolayısıyla, Osmanlı düzeni tarihte barbarlık-medeniyet çatışmasının öncül mesele olduğunu öngören Tarih Tezi için akademik bir sınav, güncel politika için ise halk içinde eylem-strateji sorunu haline geliyordu.

Aslında üzerinde durmamız gereken nokta, öncesinde incelediğimiz göçebelik, devlet ve ATÜT konularıyla doğrudan benzerlikler taşıması sebebiyle teorik saflaşmaların neredeyse hiç değişmeden Osmanlı meselesinde de korunması gerçeğiydi.

M. Akdağ, F. Köprülü, Ömer Lütfü Barkan gibi değerli tarihçiler evrensel kalıpları Osmanlı tarihini incelerken yetersiz bulmuşlar, Osmanlılığın kendine özgü yapısı olduğunu savunmuşlardır. “Biz bize benzeriz.” aforizmasından kaynaklanan bu anlayış, ayrım noktasını “Tanzimat Batıcılığı karşıtı” olarak bellemiş, bilimsel her önermeyi emperyalizmin Türkiye üzerindeki emelleri paranoyasına bağlamaktan kendini alamamıştır.

S. Divitçioğlu, İ. Cem, M. Sencer, S. Yerasimos gibi yazarlar ise Osmanlı düzenini ATÜT olarak görürler ve ilkel birikimini tamamlayıp kapitalizme ulaşan Batı’nın Anadolu’ya müdahalesine kadar da kendi kendine yeterli -self sustaining- natürel yapının korunduğunu savunmaktadırlar.

Kadro-Yön-Devrim çizgisinin önemli teorisyenlerinden Doğan Avcıoğlu, Osmanlı’yı pre-kapitalist düzen ilan ederek net bir yargıdan kaçınmaktadır.

İbrahim Okçuoğlu, Muzaffer İlhan Erdost ve çeşitli politik örgütlerin çoğu ise Osmanlı’nın başından sonuna kadar mülklü sınıfların egemenliğinde askeri-feodal bir devlet olduğunu ifade etmiştir.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, tüm dünya uygarlıklarında yaşanan prosesin Osmanlı’da yaşanamazlık edemeyeceği çıkarımından hareketle ilkel sınıfsız kitlelerin önderlik ettiği kuruluş aşamasının adım adım feodalizme evrimini yazmıştır. Prof. Taner Timur’un ise Kıvılcımlı’dan hiç bahsetmemesine rağmen Batılı yazarların düşüncelerinden hareketle benzer sonuçlara ulaşması oldukça ilgi çekici duruyor.

ATÜT düşüncesinin Osmanlı tarihine kopyalanmasının imkânsızlığını önceki bölümde yeterince aktardığımız kanısındayız. Özellikle de Bizans İmparatorluğu ile karşılaşma döneminden itibaren ürün-rantın para ranta dönüşmesi veya bu sürece giriş, iltizam sisteminin toplumsal anarşiye yol açacak biçimde yoksulluğu ve karakteristik ortaçağ köylü isyanlarını yaratması ATÜT iddialarını tartışmayı bile gereksiz kılıyor. Gerçekte önemli olan ATÜT’çülüğün karşıtı “Osmanlı feodalizmi” düşüncesinin temel hareket noktasını ise “Osmanlı’da sınırlı da olsa özel mülkiyet vardır, dolayısıyla Asya tipi Osmanlı için söz konusu değildir.” tezinden başkası oluşturmamaktadır. Özellikle 16. yy’dan itibaren resmileşen malikâne-divani sisteminde reayanın sırtındaki adaletsizlik yükü sık sık ön plana çıkarılmakta olup, kuruluş yılları tartışma kapsamına alınmamaktadır. Bu konuda H. Kıvılcımlı, T. Timur vb. yazarlarla tartışmayı göze alanlar ise Osman ve Orhan Beyler döneminde “devede kulak” şeklinde niteleyebileceğimiz özel mülk toprakları hâkim mülkiyet biçimi olarak göstermektedir.

Feodal Osmanlı savunucuları tarafından Kıvılcımlı özelinde yapılan, kuruluş yıllarında ilkel sosyalizme başat rol vermesinden dolayı onu ATÜT’çüleştirmektir. ATÜT’çü tarafta ise dirlik düzeninden kesim düzenine geçiş, fetih vb. olayları süreklilik-kopuş problematiği çerçevesinde değerlendirmesinden dolayı Kıvılcımlı ortodokslaştırılmıştır.

Tam olarak karşısında olduğumuz düşüncenin bütünsel ifadesine “Örneğin bunlardan H. Kıvılcımlı ve T. Timur, Osmanlı toplum yapısını ilkel komünal toplum yapısı çerçevesinde görecek kadar şaşırışlarken (…)”[34]yazan Okçuoğlu’nun şu paragrafında rastladık:

“Orta Asya toplumlarının ekonomisi özel mülkiyete dayanıyor ve göçebe feodalizmine tekabül ediyordu. Göçebe feodalizminde esas üretim alanı hayvancılıktı. Hayvana olan özel mülkiyet de çıplak özel mülkiyetti. Bu toplumlarda hayvan meta olmuştu.”[35]

Marx’a katılıyoruz:

“Hayvanların da hizmet vermesine karşın, onları mülk edinme au fond(temelde –ç),  hiçbir egemenlik ilişkisi yaratmaz. Egemenlik ilişkisini, bir başkasının iradesinin mülk edinilmesi öngörür. Hayvanlar gibi iradeden yoksun varlıklar da, gerçekten hizmette bulunabilirler; ama bu onların sahibini efendi yapmaz.”[36]

Hayvan besleme ile hayvan beslemesi için insan besleme arasındaki fark, tarım ile çobanlık arasındaki zıtlığa tekabül eder. Kendi ürünleri olan hayvan, bitki vb. araçların mülkiyetine dayanan topluluklar ve yeniden üretim süreci gibi önkoşullar gerektiren tarım geçici(mobil veya hareketli) değil kalıcı(hareketsiz-immobil) bir mülkiyeti –toprak mülkiyetini- doğurdu. İşte sınıfsız komün üyesi olmasına rağmen yüzlerce koyun sahibi olan bir despotun ve kandaşlarının artık mülk sahipliliğine, sınıf ayrımlarına, ezilen-ezen çelişkilerine dayanan sınıflı toplum üyesi olmaları “tarım” ve dolayısıyla da “yerleşik düzen” nedeniyledir. “Üretim” sürecinin başlaması tarım ve tarımsal toprak mülkiyeti sayesinde mümkün olabilmiştir.

Engels de “Barbarlığın orta aşamasında, çoban halklar arasında, sürü belirli bir büyüklük kazanınca, davarın, kişisel ihtiyaçlar üzerinde sürekli bir fazlalık sağlayan bir mülk haline geldiğini görüyoruz.”[37] diyerek hayvan mülkiyeti olgusunun sınıfsız toplumda da olabileceğini vurgular. 

Şüphesiz Marx, Engels ve ardılları olan tarihçilerin sayfalar dolusu tutan tarih çalışmaları “feodalizm aşamasına tekabül eden Kayı boyu” iddiasındakiler tarafından da biliniyor. Ancak, bu eserlere sinmiş olan kronolojik-birikimsel tarih anlayışı, belli bir dönemden sonra eski dönemlere ait geleneklerin ve toplumsal formasyonların var olmasının imkânsızlığı düşüncesi, diyalektik sistematiği engelliyor. Doğduğu Ren eyaletinde sınıfsız toplum kalıntısı bir kültür etkisi altında yaşayanları “burnunun dibindekini insan bazen göremiyor.” hayıflanmasıyla aktaran Marx, sözünü ettiğimiz kronolojik tarih anlayışından uzak bir mantığın temelini atmıştır.

14 yy. başlarında işgal ettiği topraklarda beylik biçimini alan Kayı boyunun çevresinde sınıflı toplum olma aşamasında epey ilerlemiş Bizans ve Selçuklu devletleri bulunuyordu. Bu iki devletin var oluşu ve tarih öncesi çağlardan 14. yy’a kadar medeniyetin devlet aygıtı yoluyla sömürü ve baskıyı olağanlaştırması, Kayı boyunun barbarlıktan medeniyete geçişinin “sadece” süresiyle ilgilidir, boyun sınıflı topluma ait olduğu iddiası ile değil. Görülüyor ki, birkaç yıl içinde işgal edilen bölgelerde Bizans ile ilişkiler başlayınca medeniyetin çağlar boyunca oluşmuş birikimsel gücü kandaş hukukunu bozmaya başlamıştır bile.

Osmanlı’ya ilkel komünist etiketi yapıştırmakla eleştirilen Kıvılcımlı, geçmişe göre göreli heterojenite taşıyan saf sınıfsız toplum yapısını I. Osmanlı(1299–1402) dediği devletin ilk birkaç yılına ve Timur fetihleri sonrasına ait olarak tespit etmiştir. Kıvılcımlı burnunun dibindekini iyi sezmiş ve bu sınırlı saflığın kademe kademe yozlaşmasını ve kalıntılarını adım adım izlemiştir. Barbarlığın kalıntısı seyfiye-ilmiye ile medeniyetin temsilcisi mülkiye-kalemiye ve bu iki gücün çatışması hem Tarih Tezi’nin hem de Kıvılcımlı’nın yukarıda ana hatlarını belirttiğimiz Osmanlı tarihine bakışının ispatını yapıyordu. Üst-yapıda bu şekilde ifadesini bulan çatışmanın ekonomik alt-yapı temeli, dirlik düzeni-kesim düzeni yani ortaklaşa mülkiyet ile özel mülkiyet arasındaki kavgaydı.

“Fetret devrinden Kanuni Süleyman’a kadar en yüksek mertebesini bulan Osmanlılık, Kanuni zamanında en büyük deri değiştirme altüstlüğüne uğradı. Geniş Osmanlı toprakları düzeninde o zamana kadar şeriatın kutsal parmağı ile çizilen DİRLİK DÜZENİ, ansızın ve sessizce, yukarıdan bir ihtilal geçirdi. KESİM DÜZENİ denilen MUKATAALAR devrine atladı. Yani, imparatorluğun iktisadi temeli TOPRAK rejimi, ÜRÜN İRADI şeklinden çıktı, PARA İRADI kılığına girdi. Ondan sonraki Osmanlı tarihinin bütün sırrı, nedense üzerinde hiç durulmayan, müthiş “laik”, hatta tam din düşmanı (çünkü bütün şeriat prensiplerini hiçe sayan), sözde kitaba uydurulmuş devrimde gizlidir. Bu devrimi anlamadan Osmanlı tarihini anlamaya kalkışmak, dünyanın döndüğünü bilmeden, geceyle gündüzü izaha çalışmaktan farksızdır. Batı Avrupa’da PARA İRADI şekline giren toprak münasebetleri, SERMAYE sözde birikişi adı verilen gidişle, batıyı modern düzene kadar ilerletti. Osmanlı İmparatorluğu, bu ilerlemeye ulaşamadı. Aynı PARA İRADI yüzünden battı.”[38]

Laiklik, âdem-i merkeziyetçilik, sivil toplum vb. ilerici ve sahiplenilmesi gerektiği savunulan burjuvaziye ait kavramları hiçe saymaktan gocunmayan Kıvılcımlı, aydınlanma karşıtı bir dilin öncüsü olmakla kalmıyor, kapitalizmin doğuş dinamiklerini de ekonomi politik temelleriyle açıklıyordu. Tefeci-bezirgânlığın soysuzlaştığı doğuda ortaya çıkamayan kapitalizmin, son barbar akınlarının Magna Karta benzeri atılımlarının(Norman istilaları) etkinlerinin keskin olduğu İngiltere’de yeşerdiğini anlatan yine Tarih Tezi’ydi.

Kıvılcımlı Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu son Rönesans (son orta-barbar akını) olarak yazmıştır. Yozlaşan İslam medeniyeti, komünist Osmanlı gazileriyle dirilişe uğruyordu. Bu değişim dünyanın kapitalizme doğru yol alışını sağlayan sosyal devrimler öncesindeki son barbar başarısı, son tarihsel devrimdi. Her tarihsel devrimde olduğu gibi Osmanlı ilerleyişinde de barbarlar(Osmanlı ilbleri) uygarlığa(Bizans İmparatorluğu) saldırıyorlardı. Daha önceki tarihsel devrimlerde de işleyiş coğrafya üretici gücüne bağlı değişimler içermekle birlikte genel hatları itibariyle bu şekildeydi. Dolayısıyla Bizans-Osmanlı sentezi ile Roma-Germen sentezini karşılaştırmak ve aradaki benzerlikleri saptamak Tez açısından zor bir iş değil; aksine olması gereken bir durumdu.

Ancak Batılı tarihçiler ve Taner Timur, “Osmanlı Toplumsal Düzeni” adlı kitabından öğrendiğimize göre bu benzerliğe epey şaşırmış görünüyorlar:

“J. Michelet’in Türk göçlerini “barbar istilası”nın son halkası olarak görmesi ilginçtir. (…) Gerçekten Batı Roma temeli üzerine kurulan Avrupa’nın evrimi ile Doğu Roma temeli üzerine kurulan Osmanlı Devleti’nin evrimi arasındaki benzer noktalar farklı noktalardan çoktur. Batı’da yaşanan Germen istilası, “barbar krallıklarının kurulması, bunların bir imparatorluğa dönüşmesi ve toprakta tasarruf hakkından dereceli bir mülkiyet hakkına geçilerek feodal bir üretim biçiminin ortaya çıkması, ana hatlarıyla Anadolu ve Balkanlarda da yaşanmıştır.”[39]

Hegel, A. Thierry, F. Braudel, E. Werner de benzer düşüncelere sahiptir. Hatta T. Timur, “E. Werner’in yaklaşımıyla kendi çalışmamda benimsediğim yöntem arasında büyük paralellik bulunuyor. Hatta Osmanlı devletinin kuruluşunu açıklarken başvurduğum F. Engels’in Roma-Germen sentezi ile ilgili çözümlemesini, benden yıllar önce E. Werner’in kullanmış olduğunu görmek bana hoş bir sürpriz teşkil etti.”[40]diye yazıyor.[41] 

Roma-Germen ile Osmanlı-Bizans sentezinin benzerliğinin yanında Fransa’daki Merovenjiyen ve Karolenjiyen sülalelerinin iktidarları ile Osmanlı’daki dirlik düzeni ve kesim düzeni zıtlıkları da tarih ve coğrafya dâhil olmak üzere üretici güçlerin gelişimi açısından aynılıklar barındırır. Bu analoji de Batılı yazarların gözünden kaçmamış, aradaki benzerlikler ciddi eserlerin konusu olmuştur.

Ancak anlaşılamayan kahredici gerçek, bahsedilen benzerliklerin yalnızca Osmanlı ile Fransa arasında olmadığı, özel mülkiyet ile ortaklaşa mülkiyet arasındaki kavganın belli evrelerine ait tunçtan kanunların sonucu olmaları dolayısıyla tüm uygarlıklarda olduğuydu. Bizans pronoiaları ve metrokomiaları, Fransa beneficumları, Selçuklu iktaları, Osmanlı tımarları, eksiksiz hepsi ortak mülkiyet geleneklerinin ağır basmasının eseridir. Zıddına gelişim de, tefeci bezirgânlığı yani fief toprakları, mültezimleri vb. yaratmıştır. Sadece Osmanlı’da değil; Franklarda, Bizans’ta, Selçuklu’da hatta Sümerlerde, Babil’de ve Mısır’da olan tam da budur.

Kıvılcımlı’nın teorik-politikaya diğer müdahalesi ise dar anlamıyla Ortadoğu sorunu geniş anlamıyla da İslamiyet özelinde “din” konusu üzerinedir.

Aynı Metot: Tarihsel İlerlemeciliğe Karşı Çıkış

Emperyalizmin, dünyanın büyük finans-kapital şirketlerinin büyük bir krizin eşiğinde olduğu şu günlerde, özellikle Ortadoğu ve genel olarak Doğu toplumlarına yönelik sistemli emperyalist saldırılar, ezilen halklar arasında direnişi sürdürenler ve sürdürmeyenler arasında ciddi ayrımlar yarattı. Yaşanan ayrımların en önemlileri ise politik İslamcı örgütlenmeler arasında oldu. 11 Eylül 2001’de finans-kapitalizmin simgesi İkiz Kulelere yapılan şiddetli saldırının ardından Madrid’de, İstanbul’da, Endonezya’da, Londra’da gerçekleştirilen diğer bombalı eylemler de radikal İslamcı örgütlerin eylem kapasitelerini ortaya koydu. Eylem kapasiteleri arasındaki farklılık, özellikle Türkiye sol-sosyalist hareketiyle karşılaştırıldığında ciddi biçimde göz önündedir.[42] Politik İslam içindeki radikal-silahlı eğilimler sadece pek çok ülkeye yayılmış ve veritabanları üzerinden uluslararası ağlarla örgütlenmiş El-Kaide ile sınırlı değildir. 2006 yazında Hizbullah’ın İsrail saldırılarına karşı silahlı direnişi, Afganistan’da Taliban’ın NATO’nun emperyalist kuvvetlerini zor durumda bırakması da, İslam bayraklı muhalefetin diğer örnekleridir. Geçen iki yıl içinde Filistin’de meydana gelen HAMAS-El Fetih çatışması ve yaşanan “bölünme” ise daha ciddi bir ayrılmaya işaret ediyordu: Çok sayıda “ilerici” insanın anlamakta zorluk çektiği şeylerden biriydi bu. Filistin burjuva örgütü El Fetih “laik” karakteriyle birlikte ABD ve İsrail’in yanındaydı, diğer “laik” sosyalist Filistin örgütleri yaşanan bölünmede “derleyici” bir sınıf hattı oluşturamadılar. Geçmişte İsrail istihbaratı ve politik aygıtları tarafından diğer küçük burjuva sol unsurlara karşı desteklenen “İslamcı” HAMAS ise örgütlediği tabanıyla birlikte Gazze şeridinde İsrail saldırıları ve ambargolara karşı direnmektedir.

Yaşananların biraz “ezber bozucu” olduğu açıktır. Reel sosyalizmin çöküşünün ardından, resmi SBKP tezlerinin bürokratizmle sakatlanmış hali modasını yitirirken, İslamcıların, ya da daha doğru bir deyişle İslam’ı direniş bayrağı yapan ezilen kitlelerin ses getiren eylemleri kolaycılık içerisinde “komplo teorileriyle” ya da istihbarat örgütlerinin desteğiyle açıklanmaya çalışılıyor. Yaşanan mücadelenin iki “gerici” kamp arasında geçtiğini ve olaya hiç karışmamak gerektiğini savunanlar da oldukça fazla sayıda. Ancak, yaşananların sosyal boyutunu görmek istememe arzusu, tüm yakıcılığı ve “ilerici” olma tutkusuyla sosyalizm içinde de süregidiyor.

Tarihsel ilerlemeci bakış ve aydınlanmacılık geleneğinin sınırları içinden çıkamama, Marksizmin, daha doğru biçimde ifade edersek Marksist hareketlerin, örgütlenmelerin önemli sorunlarından biri olarak karşımızdadır. Söylenen şey, ilk bakışta önemsiz gözükebilir; hatta bu konunun postmodernizme uzanan “tehlikeli” yanları olduğundan bahsedilerek Marksizmin “modernizm kökenli bir düşünce, Aydınlanma’nın kazanımlarından yararlanan bir akım” olduğu anlatılabilir. Bütün bu söylemlere, açıklamalara rağmen bir gerçek değişmemektedir: Bu gerçek, Marksizmin Aydınlanma geleneğini içerip aşmak zorunda olduğu gerçeğidir.[43] Aydınlanma’nın sınırları dışına çıkamayan bir Marksizm, son tahlilde burjuva uygarlığı sınırları içinde kalacaktır. Oysa Marksizmin ihtiyacı olan yeni bir uygarlık, yeni bir üstyapıdır. İlerlemeci ve aşamacı tarih teorisi, sosyalizmi burjuvazinin siyasal nöbetçisi olarak gören bir bakışa sahiptir ve bu bakışın dünyada bugünkü siyasal eylemliliği anlama yetisi düşüktür.

Bahsedilen konunun, yani Marksizmin burjuva üstyapısı sınırlarının dışına çıkması zorunluluğu bizce biri yakıcı-pratik, diğeri ise –şimdilik teorik görünmekle birlikte aslında sosyalist inşanın temel sorunlarından birini oluşturan-dinlerin kavranmasıyla ilgili iki temel noktada düğümlenmektedir.

1)Güncel-pratik sorun olarak: Dünya üzerinde emperyalizmin açık silahlı mücadelesine silahla direnen İslami hareketlerin anlaşılabilmesi, kitlelerinin yönelimlerinin emek-sermaye çelişkisi içindeki yerinin görülmesi, modernist-pozitivist-ilerlemeci yönelim dışındaki siyasetlerin tarihsel-toplumsal determinizm içindeki yerlerinin anlaşılması ve sözgelimi Türkiye’de hâkim İslamcı burjuva siyasetinin yedeklediği emekçi kitlelere ulaşılabilmesi açısından önemlidir.

2)Daha uzun vadeli olarak; Marksizmin burjuva uygarlığına savaş açan heretik-batıni bir mezhep olması önlenmelidir. Pratik mücadelenin ve devrimci örgütlenme siyasetinin yakıcılığı içinde atlanabilen bu sorun, öncelikle sosyalist inşa sürecinde önemini hissettirir. Sovyetler başta olmak üzere, reel sosyalizm deneyimleri bunun örnekleridir. Reel sosyalizm sonrası, insanlığın meta fetişizmi ve yabancılaşmanın boyutlarının artması, konunun önemini gösteren verilerdir.[44]

Devrimci sınıf hattının örülmesi, işçi sınıfının bütünlüğünün sağlanabilmesi ve Marksizmin, burjuva üstyapısı olan modernizm içinde heretik bir mezhep olmaktan çıkarak başlı başına yeni bir uygarlık haline gelebilmesi için bahsedilen açılımlara gereksinim duyulduğu açıktır. SBKP’nin “resmi” tezlerinden kopuk hareket eden Batı Marksizminin felsefe-kültür-sanat-estetik-teori alanlarındaki çalışmaları, aydınlanmacılığın eleştirisi, ilerlemeci anlayışın mahkûm edilmesi bağlamında ciddi birikimler içermektedir.[45] Batı Marksizminin içindeki eleştiriler(Frankfurt Okulu’nun rasyonalizm eleştirisi, Althusser’in tarihin erekselliğine dönük eleştirisi vb.), felsefe-estetik-kültür-sanat alanındaki çalışmaları önemli olmakla birlikte, bir tarih teorisinin temellendirmesi üzerinde yükselmezler. Marksizmin bir din teorisine sahip olmadığını söyleyen Michael Löwy ise modernizme ve onun sınırlılığına eleştiri getirmekle birlikte, dinleri modernizmin tanımı içinde ele alır.[46] Prekapitalist döneme ilişkin, dinlerin kendisine ilişkin incelemelerin yoksunluğu, Batı Marksizmini temelsiz bırakmıştır. Nitekim bu temelsizlikten çıkan şeyler hiç de “iç açıcı” değildir; Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsanı’ndan kapitalizm karşısında edilgenliğe, Althusser yapısalcılığı ve teorik anti-hümanizminden Laclau-Mouffe çizgisine, Negri’nin “çokluk” ve “imparatorluk” kavramlarına giden yollar döşenmiştir.

“Kül ya eyyühel-kafirune…” Suresinden Materyalizme Atlayış

Marksist din teorisinin yoksunluğu, aslında kapitalizm öncesi ilişkilerin incelenmesi sorunudur. Löwy’nin bu noktadaki sözleri, Marksist teori alanında ciddi bir unutulmuşluğun göstergesidir. Antika tarihi inceleyen Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, üretici güçler teorisi ve Tarih Tezi’nin türevi olan dinler tarihi konusunda söyleyecekleri vardır. Türkiye sosyalist hareketi içinde, yattığı uzun hapis yıllarıyla “efsaneleştirilen” Kıvılcımlı, esasında unutulmuşluk ve susuş konspirasyonuyla, burjuvazinin ve devletin zulmünden daha katmerli bir zulümle karşı karşıya bırakılmıştır. Hiç olmazsa -kendi anlatımıyla- “Kül ya eyyühel-kafirune…” suresinden materyalizme atlayan birinin dinler ve özellikle İslamiyet hakkındaki çalışmalarına beklenen değerin verilmesi gerekir.

Kıvılcımlı, din konusunda genel geçer modernist yaklaşımdan farklı tutum almıştır.[47] Ertuğrul Kürkçü, bu konuda kendilerinin “insanları zaten laik saymak” gibi bir yanılsama içinde olduklarını, Kıvılcımlı’nın ise “dinin toplum zihniyetini nasıl sarıp sarmaladığı” ile ilgilendiğini söyler. Elbette ki Kıvılcımlı, dinin sadece toplumsal konumlanışını değil, bireyi, insan zihnini de nasıl sarmaladığını, düşüncede nasıl kökleştiğini aramaya koyulmuştur. Kıvılcımlı’nın din karşısındaki tutumu, tarihsel maddeciliğin özüne uygun bir tutumdur. Tarih Tezi ve üretici güçler teorisi destekli bir kapitalizm öncesi sistem incelemesi, Hikmet Kıvılcımlı’nın din ile ilgili çalışmalarını daha sağlam temellere oturtmuştur. Allah-Kitap-Peygamber kitabı, Doktor’un Tarih Tezi’nden sonra Marksist teoriye yaptığı en büyük katkı olarak tanımlanabilir. Allah-Kitap-Peygamber’de Kıvılcımlı, hem metafizik idealizm, tefeci-bezirgânlık gericiliği, hem de modernist idealizm ve kaba materyalizme karşı çıkar. Tarih Tezi, Tarih-Devrim-Sosyalizm’de yazdıklarının sonucudur bu; üretici güçler teorisi ve toplumsal üretim biçimlerinin klasik ilerlemeciliğine karşı alınan tutum, dinler konusunda da Kıvılcımlı’nın daha farklı -ve daha materyalist- bir yerde durmasının önünü açmıştır. Marks, Engels ve Lenin’in dinle ilgili bakışları modernizmin sınırları içinde kalırken; Kıvılcımlı, Allah’ın varlığını rasyonalizme göre değil, üretici güçler teorisinin sağladığı değerlendirme gücüyle ele alır. Bu sadece teorik bir açılım değildir; pratik-politika alanında da ciddi olumluluklar içeren bir açılımdır. Dileyen, herhangi bir Anadolu köyünü ya da kasabasını incelemeye alabilir. Bizce Kıvılcımlı, kendi insanını, toplumunu tanıyarak işe başlamıştır; bu durum onun her zaman vurguladığı “somut pratiğin önceliği”ne de uygun düşmektedir.

Tarih Tezi ve onun ekseninde ele alabileceğimiz Allah-Kitap-Peygamber, antika tarihin tüm dünya için geçerli olan yasalarını ortaya koyarak oryantalist bakışın dışına çıkar. Sadece oryantalizmin dışına çıkmakla da kalmaz; Bryan Turner’ın da eleştirdiği biçimde ATÜT’çü yaklaşımın, Ortadoğu toplumlarıyla İslamiyet’in tarihin genel yasaları dışındaki bir benzersizlik olarak ele alınışlarının eleştirisini de sunar.[48] Hatta Kıvılcımlı, Weberci paradigmaya da en ciddi eleştiri argümanlarını içeren teorik çalışmalar yapmıştır. Bütün bunlar, kapitalizm öncesi ilişkilerin hala varlığını koruduğu doğu toplumlarında devrimci dinamikler ve İslam’ın incelenmesiyle devrimci pratik politika içinde tamamlanır.

Hikmet Kıvılcımlı’nın İslamiyet ve Hz. Muhammed’in Allah anlayışını “bilinçaltındaki tarihsel determinizmin, bilince çıkmaya en yakın, en ileri kavranışı” olarak ele alması, geleneksel Marksist kesimin oldukça yabancı olduğu bir adımdır. Bu tutum, sadece “Marksizmin modernizmin içinde sıkışmaması” ile ilgili değildir; burada ciddi biçimde yöntemsel farklılıklar ve tarihe bakış farklılıkları vardır. Hikmet Kıvılcımlı, Allah’ı rasyonalizm-pozitivizm heyulasının ya da idealist-gerici tefeci-tüccar ideolojisinin gölgesi altında tanımlamaya kalkmaz. Sosyolojik bir inceleme olarak Kıvılcımlı, barbar halkların mitolojilerine, efsanelerine, destanlarına eğilir. Bunu yaparken gerekçesi gayet açıktır; kolektif aksiyon sahibi barbar halkın sınıfsız niteliği, ona üstyapıda da  –ve onun parçası olan kültür, sanat alanlarında da- etki etmektedir. Dürüst, yalansız barbar toplumları efsane ve destanlarında tarihsel olayları doğru yorumlayacaklardır; ancak bir farkla: Değişik imgelemlerle. Mesele, tarihe ilerlemeci retoriğin dışından bakabilmektir, çünkü tarih bilimine katkıda bulunmak, şu anki genelgeçer yaklaşımdan daha fazlasını gerektirmektedir.

Allah, Kuran, peygamberler hakkındaki görüşleri, Kıvılcımlı’yı bu konuda hem dünyada hem de Türkiye içinde önemli bir konuma oturtur. Ünlü Eyüp Sultan Konuşması, Kıvılcımlı’nın bu alandaki en ciddi pratiğidir. Başarılı olup olmadığı bizce tartışma dışıdır, önemli olan kullanılan metot ve somut hayattan çıkan teoridir. Sağlığında Kıvılcımlı’nın pratik açısından bir “fiyasko” yarattığını söyleyenler, bugünün Türkiye’si ve dünyasına bakarak, Kıvılcımlı’nın çalışmasının değeri üzerinde kafa yormalıdırlar. Burada isimler tek başına önem taşımaz, Kıvılcımlı’nın adı üzerindeki önyargıdan kaçınılmalıdır; önemli olan kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin ve bu alanda dinlerin, üstyapıların incelenmiş olmasıdır. Politik düzlemde iki yakıcı sorun önümüzde durmaktadır:

  1. Türkiye hâkim sınıfları arası mücadelede, Siyasal İslam’ın dindar-muhafazakâr kitleleri kendi safında yedeklemesi önemli bir sorundur. Aydınlanmacı geleneğe ve tarihsel ilerlemeciliğe, laik orta-alt sınıfları kazanmak adına sahip çıkanların, siyasal İslam’ın yedeklediği geniş emekçi kitleyi de göz önüne almaları gereklidir.
  2. Emperyalizmin askeri işgaline karşı direnişte İslam’ı bayrak yaparak ilerleyenlerin sadece taktiksel planda ele alınmaması önemlidir. Sonuçta hem siyasal İslam modernizm sınırları içindedir, hem de dini üstyapının bir öğesi olarak gören sosyalizm, modernizmle sakatlanmış bir sosyalizmdir. Aslına bakılırsa, İslam’ı bayrak yapan ezilen kitlelerin mücadelesi de emek-sermaye çatışmasının bir türevidir. HAMAS, Hizbullah, El Kaide ya da Mehdi Ordusu’nun saflarında çarpışan geniş kitlelere salt “bilinç çarpılmasından” bahsederek ulaşılamaz. Bilinçlerinde “çarpıtılanlar”, bilinçaltlarında tarihsel determinizmi –idealistçe de olsa- daha iyi kavramakta ve onun yolunda ölüme gidebilmektedirler.

Türkiye ve dünyada kapitalizm öncesi biçimlerin, dinlerin, modernizmin tarihsel maddeci bir eleştirisi yapılmadıkça, burjuva uygarlığının sınırları dışına çıkılamaz. Bu durumda Marksizm kapitalizm karşısında, Mekkeli Kureyş aristokrasisine karşı tarihsel devrimi yapan Hz. Muhammed yerine, Osmanlı hâkim düzenine karşı heretik-batıni karşı çıkışı gerçekleştiren ama başarısızlığa uğrayan Bedreddin gibi kalmaya mahkûm olacaktır. Marks’ın şu sözleri akıldan çıkarılmamalıdır: “Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız.”[49]

Allah-Kitap-Peygamber, Tarihsel Determinizm ve Devrim

Kıvılcımlı’nın Marksist teoriye en önemli katkısı olan Tarih Tezi’nde antika medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları incelenir ve oldukça önemli bir saptamada bulunulur: Tarih, aslında tekerrür etmemekte, sürekli bir hareket ve değişme içinde bulunmaktadır. Bu yaklaşımın bir benzeri olarak, sosyalist bir nörobiyolojist olan Steven Rose’un “homeostatik” yerine “homeodinamik” kavramını oturtmasını görebiliriz.[50] İnsan vücudu sürekli değişir, bu değişimin sonucu bize hiçbir şeyin değişmediği yanılsamasını verebilir. İnsan vücudunun temel yapı birimi olan hücreler, metabolizma süreci içinde değişik dokularda, değişen oranlarda yenilenme gösterirken, tarihin sürekli hareketi de onun temel yapı birimi olan komün hareketlenmeleri, komünden köken alan değişimlerin sayesinde olur.

Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi’ni oluşturan çalışmalarının “gerekçesini” şu şekilde ifade eder: “Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun dün içinden çıktığı(daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı tarihine inmek gerekti. Osmanlı tarihinin maddesine girince, onun İslam medeniyetinde bir “rönesans” olduğu belirdi. İslam medeniyeti: tıpkı Grek ve Roma medeniyetleri gibi Kent’ten çıkmış Antika medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden(Protosümerlerden) İslam medeniyetine gelinceye değin sıralanan Antika medeniyetlerin hepsi de: hem birbirlerinin aynı, hem birbirlerinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hepsi aynı gidişi-süreci gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin: sebep-sonuç zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.”[51] Tarih Tezi, bunun ilk aşamasını gerçekleştirdi, deyim yerindeyse temelleri attı. Tarih Tezi, daha önce de belirtildiği gibi, tüm dünyada geçerli olan antik tarihin yasalarını ortaya çıkarmıştır. Böylece, Avrupa merkezci, oryantalist, tarihsel ilerlemeci bakış dışına çıkma olanağı oluşmuştur.

Ancak Kıvılcımlı’nın tek başına Tarih Tezi’yle yetinmediği açıktır. Belki en az onun kadar önem taşıyan bir başka başyapıtı Allah-Kitap-Peygamber, kaba materyalist yaklaşımlara köklü bir karşı çıkıştır. Dinlerin materyalist yorumu bu çalışmanın ana hedefidir ve Hikmet Kıvılcımlı, insan toplumunun tapınçlaştırma-kutsallaştırma süreçlerini ortaya koymaktadır. Bu süreçlerde toplumun gidiş kanunları olduğu kadar, insan zihni de rol alır. Zaten din de; “sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde düşünce mekanizmalarında işleyen adeta sistemleşmiş canlı bir düşünce biçimidir… İnsan beyninde kolayca sökülüp atılamayacak derinliklere yapışmış köklere sahiptir.”[52]

Kıvılcımlı dine ilişkin bakışında, dinlerin toplumsal mücadelelerin bayrağı olmasının sonucu olarak, örgütsel ittifakla sınırlı zorlama yaklaşımlara meyletmek yerine; bilinç-bilinçaltı diyalektik bütünlüğünün kutsallaştırma içindeki yerlerini arar. İlkel komün insanının ilk cinsel yasaklarla oluşan bilinçaltı, ilerleyen süreçte determinizmin adım adım kavranışının maddesi, adeta insan zihninin ve toplumun gizli hazinesi olur. O gizli hazine, en son İslam’da ve onun devrimci önderi Muhammed peygamberde tarihsel determinizmin en ileri kavranışına ulaşmıştır. Belki de bu durum, emperyalizmin saldırganlığına karşı silahlı mücadelede İslam’ı bayrak yapanları bu derece ön plana çıkartmaktadır.

Allah-Kitap-Peygamber’de amaçlanan sadece İslamiyet’in anlaşılması da değildir. Kıvılcımlı çalışmasını, Kuran’ın materyalist yorumlanışına dayandırmıştır; ama değişik “sürprizler” de yapmaktan geri durmaz. Aşağıdaki satırlar, din konusunun sadece İslam’ın tarihsel devrimci öneminin anlaşılmasında değil, sosyalist inşa sürecinde de etkili bir unsur olduğunu anlamamıza yardım edecektir.

“İnsanlığın sosyalizmi yakaladığı günümüzdeki aşamasında bile: “Sovyet” insanlarının ölümleri bahasına “duvarları” aşmaya çalışması, sadece kapitalizmin yarattığı tüketim illüzyonlarıyla (kabaca)açıklandığında bile, insan şuurunun hala matah ve nesnelerin tapıncını aşamadığı ortaya çıkar.

Maddiyatın maneviyatı ezişi ve tüketişi sürmektedir. Demek modern proletarya da, modern büyük-küçük burjuvalar gibi nesnelerin tapıncının potansiyel tehdidi ve tehlikesi altında bulunur. Konu bu kadar ciddi ve ebedi gibi görünmektedir. Stalin ve Mao’ların saraylara taşınmakta gecikmeyişleri tesadüf sayılabilir mi? İrice Marksist-Leninistler böyle yaparsa, ufakları kim bilir neler yapmazlar?”[53]

Bu satırlar, sosyalist inşadaki önemli eksiklikler ve hatalara bir vurgu yapmaktadır. Michael Löwy bunu, Latin Amerika’daki kilise-piskopos hareketlerini referans vererek “Stalinist tekçiliğin çöküşü” diye açıklar.[54] Kıvılcımlı’nın yaklaşımının Löwy’nin yaklaşımından daha materyalist ve devrimci bir öz taşıdığı açıktır. Kıvılcımlı, Stalinizme ve inşa sürecine yönelik eleştirisini, sosyalizmin yaratması gereken yeni uygarlık üzerinden yürütür. Bu tartışma, içinde kutsallaştırma halkasını, meta fetişizmini ve sonunda da bürokratik eğilimleri barındırır. Reel sosyalizm, sosyalist inşa sürecini başaramamış, sınıfsız topluma giden yolu açmak yerine kapitalizmin “rönesansına” giden yolu açmıştır. Bürokratik kastlaşma, sınıfsız topluma giden yolda kitlelerin enerjisini ve hareketliliğini engellemiş, sosyalizmin ilerleyişini durdurmuş, Marksizme yapılan teorik katkıları “tahrifat” saymış, kalıplaşmış düşüncelerle kendini ayakta tutmaya çalışmıştır. Kıvılcımlı, bu sorunlara ve sorunların din-kutsallaştırma içindeki yerlerine –tabi üretim ilişkileri ve üretici güçler ekseninde- eğilerek, kendisine “revizyonist” diyenlerden daha sağlam bir proleter devrimcisi duruşa sahip olduğunu göstermektedir.

Allah-Kitap-Peygamber bir bakıma sosyalist inşa süreci içerisinde toplum ve insanın nasıl dönüştürüleceği ile ilgili bir çalışmadır. Kıvılcımlı’nın “Bismillahirrahmanirrahim” sözüne ilişkin yorumları, tarihsel maddeciliğin mükemmel bir yorumudur. Kıvılcımlı’nın yorumları adeta sınıfsız topluma giden yolda sosyalizmin yeni toplum ve insanı oluşturması için bir manifesto niteliğindedir.

Bizi daha çok ilgilendiren İslamcı hareketlerin konumlanışlarıdır. Günümüzdeki hareketler nasıl okunmalıdır? Vülger Marksistler ve kaba materyalistler, dini ve dinlere kaynaklık eden metin ve sembolleri, gerçekliğin çarpıtılması olarak tanımladılar. Burada bir parantez açmak ve Batı Marksizmi içinde bu konuya ilişkin eleştirilere göz atmak gerekiyor.

Frankfurt Okulu ve Kıvılcımlı[55]

Akıl kavramı, Frankfurt Okulu düşünürlerinin eleştirel geleneği içinde yer alan en temel kavramlardan biridir. Kant, Aydınlanma geleneği içinde akla başat bir yer tanır. Modern toplumda da akıl önceliklidir. Burada, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin “akılcılığın akıldışılığı” dedikleri şeye önem vermek gerekiyor. Frankfurt Okulu, araçsal akıl eleştirisi yapar; Horkheimer’e göre aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurmasında oynadığı rol tek ölçüt durumundadır. Araçsal akıl ise öznel aklın biçimselleşmesi ile araçsallık kazanır. Araçsal akıl, toplumdaki tahakküm biçimlerinden biridir ve modern toplum buna dayanır. Araçsal akıl, hayatın kendisini akıl dışına atar; sanayinin teknik gelişimi ve sistemli kurallar bütünü kurmada işlev kazanır. Burjuvazinin dini olan modernizm bu temeller üzerinde kurulur.

Modernizmin, dinleri inanç boyutunda kabul ederek politik alanın dışında tanımlaması, Frankfurt Okulu’nun akılcılığın akıldışılığı dediği şeye denk düşer. Rasyonalizm, Allah ya da dinleri, araçsal aklın gerektirdiği biçimde, ele almamayı yeğler; onları “akıldışı” inançlara havale eder. Bu açıdan bakıldığında, rasyonalizme göre Allah yoktur ve dinler de bir hurafedir.

Horkheimer, aklın eleştirisine girerken önemli bir ayrımdan faydalanır. Verstand(öznel akıl) ve Vernuft(nesnel akıl) ayrımları, Kant’tan bu yana yapılan ayrımlardır. Öznel akıl, parçalayıcı, analitik, anlık ve biçimselcidir ve onun biçimselleşmesi, önceden de belirtildiği gibi araçsal aklı doğurur. Öznel akıl, “az çok baştan kabul edilmiş amaçlara ulaşmak için seçilen araçların yeterli olup olmadığı üzerinde durur. Amaçların kendilerinin de akla uygun olup olmadığı sorusunu bir yana bırakmıştır.”[56] Nesnel akıl ise, “…aklı yalnız bireyin zihninde değil, nesnel dünyada da yani insanlar arası ve sınıfsal ilişkilerde toplumsal kurumlarda, doğada ve doğanın görünüşlerinde de var olan bir kuvvet olarak görüyordu.”[57] Nesnel akıl kavramı, öznel aklı dışarıda bırakmaz, ama onu “evrensel rasyonelliğin kısmi bir ifadesi” olarak görür. Böylece, Horkheimer sonucu şöyle getirir: Vernuft(nesnel akıl), Verstand’ın(öznel-araçsal akıl) zaferi kazandığı günden beri sürülüp dışarılandığı alanları yeniden kazanmak zorundadır.

Kıvılcımlı, Allah’ı gerçek tarihsel ve toplumsal anlamı içinde, başka bir deyişle “evrensel bütünlük içinde” ele alarak, aslında Allah’ın nesnel akıl olduğu sonucuna varır. Mitolojilerden, kutsal kitaplardan yola çıkarak, modernizmin ve rasyonalist düşüncenin akıl dışı ilan ettiği kavramların aslında nesnel akla uygun olduğunu ortaya koyabilmiştir. Bu noktada, Emeviye-tefeci bezirgân geleneğine karşı açtığı savaşı modernizme karşı da açmıştır.[58] Aslında bunlar birbirini bütünlemektedir; tefeci bezirgân medeniyetine karşı savaş açmasını sağlayan üretici güçler teorisi, benzer bir imkânı modernist idealizme karşı mücadele ederken de sağlamaktadır. Kıvılcımlı belki son aşamada Marksizmin modernist geleneğe bağlılığından net bir kopuş sergileyememiştir, ama görüldüğü gibi sunduğu argümanlar bu olanağı kendi içinde barındırmaktadır.

Allah, Allah’a inananların tasviriyle değil, toplumsal ve tarihsel anlamıyla ele alındığında, ortaya Marksizm içinde ciddi bir paradigma değişimi çıkar. Kıvılcımlı’nın bakışı, Aydınlanmacılığı içerip aşma noktasında sıkıntı yaşayan Marksist geleneğin, klasikleşmiş “insan Allah’ı yarattı” tek yanlılığına da bir eleştiridir. Elbette doğrudur; insan kendi Allah’ını yaratmıştır, ama komünün toteminden bu yana Allah da insanı ve toplumu yaratmıştır. Toplumsal-tarihsel determinizmin kavranışı bu derece güçlü olmalıdır. Kıvılcımlı’nın antika tarih ve kapitalizm öncesine ilişkin teorilerinin devrimci önemi buralardadır. Bu önem, daha önce de belirtildiği biçimde sosyalizmin kurulması ve yeni bir uygarlık tasavvuru içinde de kendini belli eder.

Tek Allah’ın Önemi ve Barbarlık-Medeniyet Çekişmesinde İslam

Dinlerle ilgili yorumlarında, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ve barbarlık-kolektif aksiyon kavramlarının, komünden bu yana gelen insan üretici gücünün etkisi görülür. Muhammed peygamber, çok tanrılı yaratıcı kavramından tek tanrıcılığa giden süreçte, Allah’ı tarihsel determinizmin en yüksek kavranışına ulaştıran bir tarihsel devrim önderidir. Bu kavrayış, dünya-tabiat-insan anlayışını skolâstik biçimde ele alsa ve bilinçaltında kalsa da yine de önemlidir. Muhammed’e ya da tarihsel devrimi yapan barbar halklara bunu yaptıran güç, gerçeklerden kopamamaktır. İlkel insan, nasıl doğanın çocuğu ve komünün üyesi olarak animizme ve sonrasında totemlere gittiyse, gerçekleri arayan barbar aklı da sınıfsız toplumun getirdiği çürümemişlikle –bilinçaltında da kalsa- tarihsel determinizmi kavramıştır. Burada Muhammed peygamberin yöntemi, somut gerçeklerden soyutlamaya, sonra o soyutlamayı gerçek yaşama uygulamaya geçirme yöntemidir. Tek Allah, en büyük yaratıcı kavramı ciddi bir soyutlama-teorileştirme gerektirmiş; daha sonra o soyutlamanın gerekleri Mekke’deki Dar-ün Nedve aristokrasisi üzerine yapılan barbar akınları ve tarihsel devrimde somutlaşmış, pratiğe geçmiştir.

Bilinen ilk medeniyet Irak’tadır. Diğer bitkisel, hayvansal medeniyetlerin hepsi Sümer’in altyapı-üstyapı geleneklerine uydular. Ancak, asla Sümer’in birebir kopyası da olmadılar. Her defasında determinizmin kavranışı ilerledi; antika tarihte en yüksek ifadesini İslamiyet’te buldu. Bugünkü Ortadoğu’yu anlamak, Protosümerlerden, insanlığın ilkel yaşayışından, komünden yola çıkmakla mümkündür. Güncel siyasetin kökleri antika tarihtedir. İran’da Zerdüşt, Hint’te Buda tektanrıcılığı bulmuşlardır. Ancak, Güney Ticaret Yolu’nu –Hicaz yolu- açarak bezirgân ticaretini evrenselleştirme görevi Muhammed ve bedevi barbarlarındaydı. Yahudilik ve Hıristiyanlık –İslam gibi İbrahim dininden çıksa da- çökkün bezirgân medeniyetleriyle yozlaştı. Filistin Orta Yolu’ndaki yozlaşmanın etkisi, buradaki barbar halkları daha doğarken devrimcilikten yoksun bıraktı. Kıvılcımlı, İslam’ın köklerini, materyalist bir anlayışla, hiçbir ateist önyargıya saplanmadan işte böyle incelemiş ve tarihteki yerine oturtmuştur.

Kıvılcımlı, Marksizmde dogmalarla uğraşmaz. Bunun en önemli göstergelerinden biri yine Allah-Kitap-Peygamber’de vardır. Bugün pek çok sosyaliste ters gelecek biçimde, Muhammed peygamberin skolastik determinizminin Marks-Engels’inkinden daha derinlikli olduğunu söyler. Kuran, skolâstik de olsa, tarihsel determinizmin yüksek kavranışının kitabıdır. Modernizm sınırları içinde bakınca, ortada tabi ki dinden-inançtan(ya da araçsal aklın hurafe dediği şeyden) başka bir şey görülmeyecektir. Bilimsel sosyalizmin ustalarının görüşleri bu kısıtlılık içinde kalır. O halde, burada yine en temel sorunla karşı karşıya kalırız. Önemli olan Marks ve Engels’in yöntemidir.[59] Dinlerin anlaşılması, tarihsel maddeciliğin temel konularından biridir ve Kıvılcımlı bu konuda devrimci bir çıkış yapmıştır.

Başta işçi sınıfı olmak üzere dünya halklarına Kıvılcımlı’dan kalan miras, bizim bize benzediğimizi unutmadan, bizim yalnızca bize benzemediğimizi göstermesi olmuştur. Bizler, belli kurallar çerçevesinde işleyen tarihte, o kuralları yaratmaktan ve o kurallar tarafından yönlendirilmekten başka fonksiyonu olmayan üretimin canlı ateşi “insanlarız”.[60] Ancak, öyle bir kuralımız var ki, tarih boyunca hor görülmüş, aşağılanmış ve geri sayılmış kitlelerin şatolar, kaleler ve saraylar ardında gizlenmiş ve yozlaşmış “ileri olanı” darmaduman ettiğidir. Bugün de apaçık bildiğimiz -aynı geçmişteki gibi- aşağılananların, küçümsenenlerin ve hor görülenlerin meclisler, bakanlıklar ve holdingler arkasındakileri alaşağı edeceği gerçeğinden başkası değildir.

Kıvılcımlı’nın yaptığı, insanlığın yürüdüğü yolu başından sonuna kadar göstermeye çalışmak olmuştur. Neden yolda olduğumuzu ve nasıl yürümemiz gerektiğini ancak ve ancak önümüzde ciddi bir görev olarak duran tüm değerlerin katkılarını sunduğu/sunabildiği “bütünsel bir Marksizm” sayesinde cevaplayabileceğiz.

***

Tarih bilimi kapsamında incelediğimiz Kıvılcımlı’nın felsefeye ve felsefenin Kıvılcımlı’ya bakışı nasıl? Birbirinden iki ayrı alan –tarih ile felsefe- Kıvılcımlı’da bir aidiyet sorunu yaratıyor mu? Felsefe deyince ilk akla gelen din, devlet-ki tarihsel maddecilik açısından olmaması gereken bir devlet devrim sorunsalını da beraberinde getirir- ve üretici güçler gibi meseleler de başka bir konusunu oluşturuyor.


[1] K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, s. 38

[2] William H. Shaw, Marx’s Theory of History, Teori ve Politika Dergisi, Sayı 44, s. 131

[3] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yayınları, Kasım 2006, s. 86

[4] Mehmet Yılmazer, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Devrimci Hareketin Genel Otokritiği, Kıvılcımlı Otobiyografisi, Alaz Yayıncılık, s.11

[5] Mehmet Yılmazer, age, s.12

[6] Mehmet Yılmazer, age, s 13

[7] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yayınları, 2006, s. 24

[8] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age, s. 26

[9] Tarih çağları para-yazı-devlet üçlüsünün görüldüğü medeniyet çağlarıdır. Medeniyete geçilmeden önceki dönem ise yazının, paranın ve devletin görülmediği “vahşet” yani neolitik ve ondan sonra gelen “barbarlık” (paleolitik) çağlarıdır. Barbarlık kendi içinde aşağı, orta ve yukarı olmak üzere üçe ayrılır. Aşağı barbarlık çömlekçilik, orta barbarlık çobanlık ve yukarı barbarlık ise tarım çağıdır. Bu gibi sınıflandırmaları ilkin Morgan Amerika yerlileri üzerine yaptığı çalışmalar sayesinde yapabilmiştir. Engels ise “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” adlı kitabında bu bilgileri tarihsel maddeci bakış açısıyla yorumlamış ve özellikle Roma medeniyetinin doğuşunu ve Slav-Cermen akınlarıyla yıkılışını bu bilgiler ışığında değerlendirmiştir.

[10] Poulantzas’tan aktaran Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Yordam Yayıncılık, s. 54

[11] Karl Marx, Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler, Sol yayınları, 1997, s. 32

[12] Karl Marx, age, s. 33

[13] Karl Marx, age, s 52

[14] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age, s. 298

[15] Engels’ten Marx’a, 6 Haziran 1853, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Ankara 1977, s. 106

[16] Friedrich Engels, Anti-Duhring, Sol yayınları, Ankara 1977, s. 291

[17] Aktaran Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, Le Dokcteur Charles Letourneau: La Sosiologie d’apres I’Ethnographie, IV, Paris 1892

[18] Karl Marx, Kapital Cilt 1, s.161

[19] Karl Marx, Formen, Ankara 1997, s.7

[20] Karl Marx, age, s. 8

[21] Karl Marx, age, Orijinal Almanca metinde İngilizce olarak geçiyor, s. 13

[22] Karl Marx, age, s. 23

[23] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Öner Gürcan Kütüphanesi

[24] Karl Marx, age, s. 17

[25] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age

[26] Muzaffer İlhan Erdost, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet İlişkileri, Onur Yayınları, Haziran 2005, s. 94

[27] Aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Age, Örneğin bkz: Rus Tarım Komünü Üzerine Düşünceler” (1875), Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, s. 278; Anti-Duhring, s. 298, 510–511; Engels’ten K. Kautsky’ye”, Sömürgecilik Üzerine, s. 364

[28] Karl Marx, age, s. 23

[29] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age

[30] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age

[31] Karl Marx, age, s. 11

[32] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, age

[33] İbrahim Okçuoğlu, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Cilt 1, Ceylan Yayıncılık, Haziran 1999, s. 119

[34] İbrahim Okçuoğlu, age, s.342

[35] İbrahim Okçuoğlu, age, s.186

[36] Karl Marx, age, s.44

[37] Friedrich Engels, Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, s.26

[38] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 39

[39] Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, İmge Yayınevi, s. 13

[40] Taner Timur, age, s. 27

[41] Kıvılcımlı’nın kaynak listesinde Werner’in adı geçmiyor. Tarih Devrim Sosyalizm kitabının yazılışı 1965, Osmanlı Tarihi’nin maddesi ise 1930’lardaki çalışmalar ile birlikte 1965–1968 yıllarına tekabül ediyor. Werner’in benzetmesinin yer aldığı kitap da 1966 tarihini taşıyor. Werner ile aynı dönemde yazılmış ve daha fazla teorik temeli bulunan Kıvılcımlı’nın kitaplarının Timur tarafından yok sayılması ve Werner’den sonra Germen-Osmanlı benzetmesini ilk defa kendinde görmesi garip ilginçlikler barındırıyor. Şüphesiz Timur, Kıvılcımlı’da daha fazla hoş sürprizler bulacaktır. Hele ki Mezopotamya tarihinde daha da büyük sürprizler vardır.

[42] Teori ve Politika dergisinin 46. sayısında bahsedilen Türkiye devrimci hareketinin “postdevrimci dönem” içine girdiği tespiti tartışmalı, ama bir o kadar da önemli bir konudur. Türkiye devrimci hareketinin bugün postdevrimcilik içinde olup olmadığı akademik-teorik tartışmaların konusudur. Ancak verilen örnekler, Türkiye sol hareketinin, İslamcı hareketin-politik ve örgütsel olarak-gerisinde kaldığı gerçeğini göstermektedir. Aşağıdaki alıntı derginin başyazısından: “Bir başka devrimci örgüt, İngiltere’yi protesto için bir bankanın birkaç şubesine geceleyin tahrip bombası atar. Söylem aynıdır: Hesap sorulmuş, bu ülke protesto edilmiştir! İslamcıların aynı ülkeden hesap sorma tarzı, aynı bankanın binasını havaya uçurmak olur. Üstelik söylemsiz bir eylemdir.”

[43] Bu noktada Demir Küçükaydın’ın aşağıdaki tespiti önemlidir: “Her yeni öz eski biçimler içinde ve onların kalıntılarıyla ortaya çıkar. Marksizm, Aydınlanma’nın çocuğudur. Dolayısıyla, Aydınlanmanın birçok kalıntısı onun içinde tıpkı bir kör bağırsak, bir kuyruk sokumu gibi var olmaya devam eder. Onlar onun olmazsa olmaz organik bileşenleri değil, geçmişin kalıntılarıdırlar. En büyük yanlış bu organik kalıntıların onun asli öğeleri gibi görülmesidir. Bu nedenle Marksizmin gelişmesi demek, onun Aydınlanmanın kalıntılarından arınması demektir de.” Bkz. Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi.

[44] Hikmet Kıvılcımlı’nın Allah-Kitap-Peygamber kitabında incelediği kutsallaştırma halkası, dinin doğuşu ve fetişizm-yabancılaşma hakkındaki tespitleri, Sovyetlerdeki bürokratizmin önemli bir eleştirisini içermektedir.

[45] Bkz, Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler. Anderson, Batı Marksizminin niteliklerini ele alırken, bu konuyla ilgili şu saptamayı yapar: “1920’lerin sonuna doğru bürokratik bir anlayışla örgütlenerek ideolojik yönden SSCB’nin siyasetine bağlı kılınan Üçüncü Enternasyonal’in yarattığı partilerin Stalincileşmesi de Batı Marksizmi üzerinde apayrı, silinmez bir iz bıraktı… Bu ilişki çerçevesi içinde söz konusu olabilecek iki büyük tercih vardı. İlkinde teorisyen bir komünist partisine yazılıp partinin katı disiplinine uyacaktı… Bu tercihin tersi ise, hiçbir parti örgütüne girmemek, bağımsız bir aydın olarak kalmaktı.” Bunun sonucunda, Batı Marksizmi aydınları toplumsal sınıfla yakınlık kuramadılar; özgün ekonomi ve siyaset teorisinde büyük çalışmalar yapılmadı. Sonrasını Anderson şöyle açıklamaktadır: “Ekonomik ya da siyasal yapıların zamanla teorinin asıl işi olmaktan çıkması, Avrupa Marksizminin bütün ağırlık merkezinin felsefeye kaymasıyla atbaşı gitmiştir.”

[46] “Marksizmin, sorgulanmaya, eleştirilmeye ve yenilenmeye ihtiyacı olduğu kuşku götürmez; ama bize göre bunun, öne sürülenin tam tersi bir nedenden ötürü, onun üretici endüstriyel kapitalizm modelinden, modern burjuva uygarlığının temellerinden kopuşu yeterince radikal olmadığı için yapması gerekir. Marksistler çoğu kez, özellikle üretici güçlerin gelişmesinin devrimin nesnel temeli ve sosyalizmin gerekliliğini meşrulaştırmanın ana argümanı olarak gösterilmesi bakımından on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların tipik ilerleme ideolojisine uygun adımlarla hareket etmişlerdir.” Bu satırlarda ciddi bir soruna değinen Löwy, Marksizm ve Din kitabında, dinsel hareketleri bir taktik araç olarak gören modernist bakışın dışına çıkamıyor.

[47] Rasih Nuri İleri’nin aktardığı bir anı bu konuda aydınlatıcı olacaktır: “O sırada Reşat Fuat’ın cenazesini hatırladım. Şişli camiinin avlusundaki. “Haydi, Rasih” dedi, “safa girelim.” “Safta ne işimiz var” dedim. “Bırakın” dedi “bu küçük burjuva radikalizmini. Bizim geleneğimiz ölçülerimizin ardından musalla taşı karşısında safta durmaktır. Bunun dinle alakası yok, Türk geleneğidir.” Bunu söylerken, yanımızdan Mihri Belli geçiyordu. “Bak, Doktor ne söylüyor” dedim. “Doğru söylüyor” dedi. Safa girdik.” Bkz, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Devrimci Hareketin Genel Otokritiği, Alaz Yayıncılık.

[48] Bryan Turner, Marx ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yayınları

[49] Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş

[50] Taner Timur, Marksizm, İnsan ve Toplum, Yordam Yayınları. Tutuculuk programı içeren homeostatik kavramı ve nörobiyolojik kişilik kuramı, tarihsel maddecilikten ciddi farklılıklar göstermektedir. Tarihsel maddeci yaklaşım, insan kişiliğini tarihi dönemlere göre değişen toplumsal ilişkiler içinde kavramaya çalışır. Sosyalist bir nörobiyolog olan Steven Rose da “homeodinamik” kavramını şu şekilde açıklar: “Canlılık içsel olarak homeodinamiktir. Hayatımızın ya da herhangi bir canlı organizmanın yaşanmakta olan anı, sadece donmuş bir zaman parçası, yüz bin genin değişken ifadesinin belli bir anlık toplamı olarak açıklanamaz. Her anımız geçmişimiz tarafından biçimlendirilmiştir ve ancak geçmişimizle, bir organizmanın kişisel, özgül gelişme tarihiyle açıklanabilir.”

[51] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih-Devrim-Sosyalizm Derleniş Yayınları

[52] Allah-Kitap-Peygamber’de geçen bu tanımlama, Kıvılcımlı’nın dinin sadece toplumsal değil, bireysel düzeydeki konumuyla da ilgilendiğini ortaya koyuyor. Nitekim psikanaliz, bilinç-bilinçaltı diyalektiği gibi konular, komünün ilk cinsel yasakları oluşturması ile tamamlanabilir. Yazıdaki alıntı için Demir Küçükaydın, Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Marksizmin doğuşundaki günahı” olarak tanımladığı dini bir bilinç biçimi olarak görme –daha doğrusu, üstyapı olarak görmeme- hatasını devam ettirdiğini söyler. Ancak, aynı zamanda, Kıvılcımlı’nın komünün işlevi konusundaki çalışmalarının bu hatayı pratik olarak ortadan kaldırdığını da belirtir.

[53] Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Allah Kitap Peygamber, Öner Gürcan Kütüphanesi

[54] Michael Löwy, Marksizm ve Din, Belge Yayınları

[55] Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi çalışmasında konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alır.

[56] Max Horkheimer, Akıl Tutulması.

[57] Max Horkheimer, age.

[58] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Allah-Kitap-Peygamber. “Sağlar, koyu bir İslam tapıncı ve nihilizmiyle ve bir o kadar da bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulurken, sollar da ateist afur tafurlarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyorlar veya geçtiklerini sanıyorlar.” Yukarıdaki satırlar, bizce oldukça doğrudur ve Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nden çıkan pratik sonuçlardır.

[59] Lenin bu gerçeği şu şekilde ifade eder: “Biz, Marks’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz.”

[60] “İnsan üretimin canlı ateşidir.” cümlesi Marx’a aittir.

Baki Aydın