Diktatörlük kavramının Marksist yorumu, tek adam iktidarı ya da sıkıyönetimden farklı bir anlama sahiptir. Marksizmin politik kuramının, sadece yönetim biçimine değil, hangi sınıfın politik olarak baskın olduğuna da atıfta bulunan ana kavramlarından biridir. Bu yüzden soyut bir analizi yapılamaz, belirli bir sınıfın tahakkümü ile somut ilişki içerisinde analiz edilebilir. Burjuvazi diktatörlüğü ya da proletarya diktatörlüğünden söz ettiğimizde, bir sınıfın iktidarını diğer sınıfın iktidarından ayıran kendine özgü özellikleri dikkate almalıyız. Örneğin, burjuvazinin diktatörlüğünden bahsetmek, iktidar işçi temsilcileri tarafından ele geçirilse bile devlet iktidarının, amaçları için “sosyalist” bir hükümetten yararlanacak (iki savaş arası Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Yunanistan’da Syriza durumunda olduğu gibi) ya da onu devirip kitle hareketini ezecek (Şili’deki Allende örneğinde olduğu gibi) burjuvazinin elinde kalacağı maddi bir eşiği kabul etmek anlamına gelir.
Bu yazı proletarya diktatörlüğüne odaklanmaktadır. Marksizmin klasik metinleri, anti-kapitalist devrimin proletarya diktatörlüğünün temel bir unsuru olduğu konusunda mutabıktır.[1] Hem Marx hem de Lenin için, proleter devlet biçimi koşul olarak, var olan burjuva ordusunun etkili bir şekilde bastırılmasını ve onun yerine silahlı halkın geçmesini gerektirir. 1871’de bir işçi devleti kurmaya yönelik ilk çaba olan Paris Komünü’nün ilk kararnamesi buydu. Marx’a göre bu kararname bir kuruma dönüştürülmüştü.[2] Silahlı devrimin gerekliliği -Marx ve Engels’in Paris Komünü deneyimiyle örneklendirildiğini düşündüğü gereklilik- “işçi sınıfı hazır devlet mekanizmasını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz” ifadesinde açık edilmektedir.[3] Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü için bir örnekti çünkü başka bir hususun ön plana çıkmasını sağladı: (demokratik) biçim ve (devrimci) içerik arasındaki diyalektik. Siyasi biçim olarak, Paris Komünü bir diktatörlük rejimi olarak nitelendirilemez. Yönetim ilkesi radikal demokrasiydi: temsilin parlamentodan bürokrasiye yargıya ve orduya genişletilmesi; oy hakkının evrenselleştirilmesi, delegelerin seçmenlerine karşı sıkı bir şekilde hesap verebilirliği ve kısa sürede geri çağrılabilirliği; yasama hâkimiyeti lehine yasama ve yürütme arasındaki güçler ayrılığının kaldırılması; devlet memurluğunun içerisindeki iç hiyerarşilerin kaldırılması; ordunun yerine “ silahlı halk”.[4] Bunlar Komün’ün siyasi biçiminin özellikleriydi. Paris Komünü’nün siyasi biçiminin inkâr edilemez demokratik doğası, tam da Marx’ın demokratik yönetim biçimleri ile devrimin pratik ihtiyaçları arasındaki ilişkiye ilişkin açıklamasının temel odak noktalarından biriydi. Paris Komünü’nün biçimi demokratikti ve içeriği emeğin sermaye üzerindeki üstünlüğüydü. Ancak buradaki esas soru biçim ve içeriğin uyumuyla ilgili. Marx, Kugelmann’a mektubunda, “Parisli yoldaşlar” yenilirse – ve yenildiler – suçlanacak tek şeyin “iyi mizaçları” olacağını söylüyor, çünkü “derhal Versailles’a yürümeleri gerekirdi” diyor.[5] Bunun yerine, “Merkez Komitesi, Komün’e ve onun demokratik seçimine yol açmak için iktidardan çok erken feragat etti”.[6] Bu, Marx’ın biçim ve içerik, demokrasi ve proleter iktidarı arasında bir gerilimi açıkça tanımladığını ortaya koyar. Bu gerilim Engels tarafından da ortaya kondu. Marx’ın Kugelmann’a mektubuyla aynı ruhla, Engels, Paris Komünü’nün “silahlarının ilham verdiği terörü” yeterince özgürce kullanmadığı için kınanabileceğini söyledi.[7] Hızlı bir şekilde uluslararası işçi sınıfı hareketindeki bir başka kritik döneme geçelim: 1903’te –en çok Bolşevik-Menşevik bölünmesi olarak bilinen- Rusya Sosyal-Demokrat Partisi İkinci Kongresi yapıldı. Georgi Plekhanov konuşmasında demokrasinin temel ilkesi olan salus populi suprema lex‘in (halkın refahı en yüksek yasadır) devrimci koşullar altında salus revolutionis suprema lex‘e (devrimin başarısı en yüksek yasadır) tercüme edildiğini öne sürdü.[8] Bu, “devrimin başarısı uğruna, belirli bir demokratik ilkenin işleyişini geçici olarak kısıtlamamız gerekirse, o zaman bu kısıtlamayı dayatmaktan kaçınmanın suç olacağı” anlamına geliyordu.[9] Plehanov, “varsayımsal olarak, biz Sosyal-Demokratların genel oy hakkına karşı çıkacağı bir durumun düşünülebilir” diyerek devam etti. [10] Plehanov’un bu açıklaması, Marx’ın Paris Komünü’nün diyalektik biçim ve içeriğinin birliği açıklamasını takip ediyor gibi görünüyor. Karşı devrimi bastırırken burjuva demokrasisinden daha sağlam bir demokratik biçim oluşturmak, yükselen, militan işçi sınıfı hareketinin acil bir sorunuydu. Marx ve Engels’in bu konudaki görüşleri, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Plehanov ve Lenin gibi teorisyenler tarafından daha ileri taşındı ve geliştirildi.
1906’daki “Kadetlerin (anayasal demokratlar-ç.n) Zaferi ve İşçi Partisinin Görevleri”[11], broşüründe Lenin, diktatörlüğü “hukuka değil, güce dayalı sınırsız iktidar” olarak tanımladı. Lenin’in diktatörlük tanımının yönetim biçiminden ziyade işçi sınıfının otoritesinin kaynağına atıfta bulunduğunu kavramak önemli ve meydan okuyucudur. Proletarya iktidarının otoritesinin kaynağı, burjuva devletinin yasası olamaz. Bu, Lenin için, sosyalist düzenin inşasının bir burjuva parlamentosu aracılığıyla yasalaştırılan hukuki reformlardan kaynaklanamayacağı anlamına gelmektedir. İşçi devleti, kendi kurallarını, kendi yasalarını, kendi standartlarını burjuva yasalarına, siyasi kurumlarına veya meşruiyet ilkelerine dayanmadan belirler.
Lenin demokratik biçim ile devrimin başarısı arasındaki gerilimi de gündeme aldı. Burjuvazinin haklarından mahrum bırakılması meselesine “mutlak bir bakış açısı ile bakılamayacağını, çünkü proletarya diktatörlüğünün burjuvaziyi haklarından mahrum bırakmadan her adımda bastırabileceğinin teorik olarak oldukça makul olduğunu” iddia ediyordu.[13] Sovyet siyasi modeli tüm ülkeler için yegâne model olmayacaktır, çünkü kapitalizmden komünizme geçiş “olağanüstü bolluk ve çeşitlilikte siyasal formlar ortaya çıkaracaktır”.[14] Ama yine de “siyasal formların bolluğu ve çeşitliliği”, bir kriz durumunda diktatörlük biçimini gerektirebilir. Neticede, devlet iktidarı; üretim ilişkileri, mülkiyet ve iktidar rejiminin yeniden üretimi için şiddet ve zor kullanmaya sürüklenir.
Buna rağmen, bu proletarya diktatörlüğünün demokratik özünü olumsuzlamaktan fersah fersah uzaktır. Klasik metinlerin üzerinde mutabık göründüğü husus, proletarya diktatörlüğünün demokratik biçiminin proletarya iktidarının sosyoekonomik içeriğiyle el ele gittiğiydi. Söz konusu metinler, bu demokratik biçimin gelişmesi için hukuki-politik biçimlerin nihai olarak kaldırılması gibi gerekli maddi koşulları ele aldılar. Lenin’e göre proletarya diktatörlüğü, “eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı kanlı ve kansız, şiddetcil ve barışçıl, askeri ve ekonomik, pedagojik ve idari süregiden bir mücadeledir”. [15] Bunun yanında Lenin, alışkanlığın gücünün, burjuva devleti ve burjuva ideolojisini yeniden üreten mekanizmalar varlığını koruduğu sürece değişemeyecek zorlu bir güç olduğunu kavramıştı.
Proletarya diktatörlüğü, işçilerin toplumsal ve siyasal işlerin yönetimine demokratik katılımı ve ardından devletin ve yasaların kaldırılması için koşulların geliştiği uzun bir tarihsel süreci ifade eder. Tüm memur pozisyonları için seçim kurumunun olduğu, herhangi bir anda görevden geri çağrılabilmelerinin mümkün olduğu, aylıklarının normal bir “işçi ücreti” düzeyine indirildiği “basit ve açık demokratik önlemler” anlam ve önemini, yalnızca “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin” gerçekleşmesine ya da bunun koşullarının hazırlanmasına bağlı olarak, yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin sosyalist mülkiyete dönüşmesiyle kazanırlar.[17] Buna binaen, Lenin’e göre, sınıf diktatörlüğünün özü, yasallık mı yasadışılık mı, şiddet yoluyla mı barışçıl yollarla mı sorunlarıyla değil, üretim araçlarını kimin kontrol ettiği meselesine göre belirlenir.
Lenin’in tam demokratik biçimin önkoşulları vurgusu dikkate değer. Temel ön koşul, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi yani – üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Tam bir demokrasi ya da daha doğrusu Marx’ın komünist toplum olarak tanımladığı özgür üreticilerin birliği için bir diğer ön koşul, fiziksel ve zihinsel yeteneklerin çok yönlü gelişmesidir.[18] Evald Ilyenkov’un vurguladığı gibi, “Komünist bir toplum inşa etmenin amacı, her bir bireyin tek uzmanlığa sahip bir profesyonelden – iş bölümü sisteminin bir kölesinden – tüm insanlık tarafından yaratılan maddi ve manevi kültürün her yönüyle gerçek bir efendisi (mülk sahibine) olan bir kişiliğe dönüştürülmesidir.” [19] Bu da ancak başta yaşam ve çalışma koşulları olmak üzere tüm toplumsal ilişkileri etkileyen uzun ve çetin bir mücadele ve toplumsal yeniden yapılanma sürecinin sonucunda olabilir.
Proletarya diktatörlüğü kavramı, sınıfların ortadan kaldırılmasının yanı sıra sınıf iktidarı ve devletin kaldırılması için gerekli koşulların tarihsel bir geçişi ve gelişme dönemi olarak ele alınmadığı sürece anlaşılamaz. Marksist diskurda, devletin ve hukukun sönümlenmesi [20], olarak bilinen bu süreç proletarya diktatörlüğünün ne anlama geldiğini anlamak için çok önemlidir. Proletarya devleti aracılığıyla meydana getirilen proletarya iktidarı, yalnızca sınıf iktidarının tamamen ortadan kaldırılmasına yol açacak şekilde yeniden üretilir. Proletarya diktatörlüğü devlet sönümlenene kadar sürer. Bu politik dönüşüm süreci –daha doğrusu “politik” olanın ortadan kaldırılması süreci– üretici güçlerin ve ilişkilerin gelişmesiyle bağlantılıdır.
Devletin ve hukukun sönümlenmesi, komünist üretimin yüksek bir gelişimini içerir ki böylece ürünlerin dağıtımı, kimin kaç ürün alacağını düzenleyen bir normlar sistemi gerektirmez; herkes özgür bir şekilde “ihtiyacına göre” alacaktır.[21] Ayrıca, bireylerin emekleri gönüllü olarak çalışacakları işlerdeki yetenekleri kadar üretken olduğunda, toplumsal ilişkinin temel kurallarına uymaya o kadar alışkın olacaklar.[22] “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” üretim ve dağıtım ilkesine dayanan komünist toplum kapitalist toplumun çelişkilerini ortadan kaldırma mücadelesinin sonucu olacaktır. Bu çelişkiler yalnızca sınıf farklılıkları veya üretim araçlarının özel mülkiyeti ile toplumsallaştırılmış emek süreci arasındaki çelişkiyi değil, aynı zamanda zihinsel ve bedensel emek, kır ve kent gibi çelişkileri de içerir.
Marx, proletaryanın devrimci diktatörlüğünü kapitalist ve komünist toplum arasındaki siyasi geçiş dönemi olarak tanımlar.[23] Bu geçiş dönemi, komünist toplumun ilk aşamasına denk gelir, “kendi temelleri üzerinde gelişen bir aşama değil, aksine, kapitalist toplumdan çıktığı halde duran” ve hala kapitalist toplumun “doğum lekeleri” ile damgalanmış bir aşamadır.[24] Bu doğum lekeleri, kent ve kır, kol ve zihin emeği, meta ve sosyalist üretim arasındaki çelişki de dâhil, komünist toplumun bu ilk aşamasının kapitalizmden miras aldığı çelişkileri ifade eder.
Bu doğum lekeleri, olgunlaşmamış komünizmin bu ilk aşamasında hukukun ve devletin varlığını gerektirir. Proletarya diktatörlüğünde hukuk son bulmaz. Tersine, komünist toplumun ilk aşamasının kusurları proleter devlet ve onun yasal biçimine yansır. Marx, “hukukun hiçbir zaman toplumun ekonomik yapısından ve buna koşullandırılan kültürel gelişiminden daha ileri olamayacağını” ortaya koymuştur.[25] Lenin, “zenginlik bakımından farklılıklar ve hatta haksız farklılıklar devam ederken, komünizmin bu ilk aşamasının henüz adalet ve eşitliği sağlayamayacağını” öne sürerek bu hususu vurguladı.[26] Bu haksız farklılıkların nedeni, “herkese emeğine göre” dağıtım ilkesinde ısrardır. Bireysel tüketim için dağıtım ile ilgili olarak, sosyalizmde -yani olgunlaşmamış ya da erken aşamasındaki komünizm – geçerli olan ilke, “bir biçimdeki belirli bir miktar emeğin, başka bir biçimdeki eşit miktarda emekle değiştirilmesidir”.[27]
Toplumsal çelişkiler sürdükçe, “burjuva hukukunun dar ufku” tamamıyla aşılamaz.[28] Kurtuluş süreci, burjuva devletin parçalanması ve devlet iktidarının işçi sınıfı ve müttefikleri tarafından ele geçirilmesiyle bitmez. Bu nedenle hukuk, sınıf çelişkilerinin ortadan kaldırılabildiği, ancak bazı çelişkilerin (kol ve zihin emeği, vasıflı ve vasıfsız işgücü, kent ve kır arasındaki çelişkiler gibi) devam ettiği ve bazılarının doğası gereği antagonist (meta ile sosyalist üretim arasındaki gibi) olabildiği bir toplumsal oluşum içinde işlemeye devam eder.
Hukuk ve devrim arasındaki ilişki ya da sosyoekonomik değişim sürecinde hukukun rolü gibi konularla ilgilenmenin proletarya diktatörlüğü kavramı üzerine düşünmeyi gerektirdiği sonucuna varıyoruz. Bu konuda üzerine çalışılması gereken bir diğer husus, proletarya diktatörlüğü ilkesinin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Programından kaldırılmasının, SSCB’deki karşı devrimin zaferine yol açan süreç üzerindeki etkisidir. Bu görüş, “Proletarya diktatörlüğünün tarihi misyonunu yerine getirdiği ve SSCB’de vazgeçilmez olmaktan çıktığı” açıklaması ile SBKP’nin 1961 tarihli programına eklendi.[29] Bunun sebebi, komünizmin ilk aşamasının sonucu ve sosyalizmin zaferiydi. Bu, başlangıçta “proletarya diktatörlüğünün bir devleti olarak ortaya çıkan” devletin, bu yeni aşamada “tüm halkın devleti, bir bütün olarak halkın çıkarlarını ve iradesini ifade eden bir organ” haline gelmesi anlamına geliyordu. [30]
“Proletarya diktatörlüğü”nün yerini alan “tüm halkların devleti” teorisi, işçi konseyleri mekanizmasıyla dolaylı seçime dayanan Sovyet temsil kurumları sisteminin, coğrafi seçim bölgeleri temelinde doğrudan bir genel oy sistemi ile ikame edilmesine yansıdı. Siyasi örgütlenmenin çekirdeği olarak üretim birimlerinin rolünün azaltılmasının, üst düzey devlet organlarının sınıf bileşimi ve delegelerin geri çağırılması ilkesinin uygulanması üzerinde olumsuz bir etkisi olduğu tartışılabilir. Bu yolla, Sovyet anayasa hukukunun, istemeden de olsa karşı-devrimci eğilimlerin güçlendirilmesinde rolü olmuş olabilir.
“Proletarya diktatörlüğü” kavramının tarihinin yukarıdaki yönü ve Avrupa Komünizmi’nin [31], tedrici ideolojik zaferini takiben komünist ve işçi partilerinin programlarından kaldırılması gibi diğer yönleri ayrıca incelemeyi gerektirmektedir. Bütün bunlar, sömürünün kaldırılmasına doğru özgürleştirici süreci yönetecek burjuva parlamenter kurumların imkanlılığına dair sanrılı inanışa karşı söyleyecek hiçbir şeyi olmayan kapitalist devletin sınırları içerisinde işçi sınıfının kazandığı imtiyazların istikrarsızlığını gösteren 1930’lardan bu yana yaşanan en yıkıcı küresel kapitalist krizin ardından daha da önemlidir.
Kaynak: https://legalform.blog/2019/12/11/dictatorship-of-the-proletariat-dimitrios-kivotidis/
Kaynakça:
[1] Karl Marx, “Critique of the Gotha Programme” [1875], Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 24 (London: Lawrence and Wishart, 2010); ve V. I. Lenin, “The State and Revolution” [1918], V. I. Lenin, Collected Works, vol. 25 (Moscow: Progress Publishers, 1974). Diktatörlük kavramının Marx, Engels ve Lenin’in eserlerinde ortaya çıkışı ve kullanımı üzerine Hal Draper’da kapsamlı bir açıklama bulunabilir. Karl Marx’s Theory of Revolution, vol. 3 (New York: Monthly Review Press, 1986), as well as Hal Draper, The Dictatorship of the Proletariat from Marx to Lenin (New York: Monthly Review Press, 1987).
[2] Karl Marx, “The Civil War in France” [1871], Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 22 (London: Lawrence and Wishart, 2010), 331.
[3] Age. 328.
[4] Robert Fine, Democracy and the Rule of Law (Coldwell: The Blackburn Press, 2002), 127.
[5] Karl Marx, “Marx to Ludwig Kugelmann. 12 April 1871”, Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 44 (London: Lawrence and Wishart, 2010), 131.
[6] Age.
[7] Friedrich Engels, “On Authority” [1872], Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 23 (London: Lawrence and Wishart, 2010), 425.
[8] “Russian Social-Democratic Labour Party Second Congress: Sixteenth Session” [1903], https://www.marxists.org/history/international/social-democracy/rsdlp/1903/index.htm. adresinde erişilebilir.
[9] Age.
[10] Age. 1903 yılında “Sosyal Demokratlar”ın işçi sınıfı partilerinin çoğunluğu için yani işçi sınıfı hareketinin hem devrimci hem reformcu akımları için kullanıldığını belirtmek gerekir. “Sosyal Demokrasi”, henüz harekette faaliyet gösteren burjuva reformcu güçlerini tanımlayan bir kavram olarak ortaya konmamıştı. Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki bölünmeyi, Birinci Dünya Savaşı bağlamında ulusal burjuvazilerini destekleyenler ve proleter enternasyonalizmi ve devriminin Bolşevik hattını takip eden Komünist partiler şeklinde, Sosyal Demokrat partiler ile uluslararası işçi sınıfı hareketi arasında bir diğer bölünme takip etti.
[11] Kadetler, 1917 Rus Devrimi’ndeki Anayasal Demokratlar’dır. Resmi adları “Halkın Özgürlüğü Partisi”’dir. Parti mülk sahibi sınıflara mensup liberallerden oluşuyordu ve Şubat 1917’de ilk Geçici Hükümet’i oluşturan siyasi reform partisiydi. Devrim, toplumsal ekonomik bir devrim şekline dönüştükçe Kadetler giderek daha tutucu hale geldiler: bknz. John Reed, Ten Days that Shook the World (London: Penguin, 1977), 18.
[12] V. I. Lenin, “The Victory of the Cadets and the Tasks of the Workers’ Party” [1906], V. I. Lenin, Collected Works, vol. 10 (Moscow: Progress Publishers, 1974), 216.
[13] V. I. Lenin, “Report on the Party Programme, March 19, 1919”, V. I. Lenin, Collected Works, vol. 29 (Moscow: Progress Publishers, 1974), 184.
[14] Lenin, “The State and Revolution”, 418.
[15] V. I. Lenin, “‘Left-Wing’ Communism: An Infantile Disorder” [1920], V. I. Lenin, Collected Works, vol. 31 (Moscow: Progress Publishers, 1974), 44.
[16] Lenin, “The State and Revolution”, 426.
[17] Age. (vurgu bana ait).
[18] Bknz. Karl Marx and Friedrich Engels, “The German Ideology” [1846], Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 5 (London: Lawrence and Wishart, 2010), 439.
[19] Evald Ilyenkov, “From the Marxist-Leninist Point of View”, Marx and the Western World, ed. Nicholas Lobkowicz (London: University of Notre Dame Press, 1967), 391–407.
[20] Bknz. Friedrich Engels, “Anti-Dühring” [1877], Karl Marx and Friedrich Engels, Collected Works, vol. 25 (London: Lawrence and Wishart, 2010), 267–68; ayrıca bknz. Lenin, “The State and Revolution”.
[21] Age., 87.
[22] Age., 86.
[23] Marx, “Critique of the Gotha Programme”, 95.
[24] Age., 85.
[25] Age., 87.
[26] Lenin, “The State and Revolution”, 471.
[27] Marx, “Critique of the Gotha Programme”, 86.
[28] Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ilk on yılında hukuk ve siyaset teorisyenleri arasında sosyalist hukuk sorunu üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Muhtemelen en çok tanınan Sovyet hukuk kuramcısı Evgeny Pasukanis,, 1924 tarihli ‘Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’’de hukukun varlığının sebebinin meta mübadelesi olduğunu ileri sürmüştür; bknz. Evgeny Pashukanis, Selected Writings on Marxism and Law, ed. Piers Beirne and Robert Sharlet (London: Academic Press, 1980), 79. Pasukanis’e göre, meta mübadelesinin ortadan kalkması hukukun doğrudan ortadan kalkmasına yol açacaktır. ‘Sosyalist hukuk’ gibi bir şey koşullarla antagonizma içerisinde olduğundan var olamaz. Diğer yandan, diğer yazarlar bu görüşe karşı çıktı ve biçimsel benzerlik olsa da Sovyet hukukunun burjuva hukukundan radikal bir şekilde farklı olduğunu iddia ederek Pasukanis’in meta form teorisini eleştirdiler, Andrey Vışinski’ye göre, Sovyet hukuku burjuva hukukuna indirgenemezdi. Sovyet hukuku farklı bir sosyo-ekonomik içeriğin karşılığıydı, bunun sonucunda, kısmen farklı bir form üstlenmekteydi.;bknz. Rett R. Ludwikowski, “Socialist Legal Theory in the Post-Pashukanis Era”, 10 (1987) Boston College International & Comparative Law Review 323, at 325.
[29] Bknz. Programme of the Communist Party of the Soviet Union (Moscow: Foreign Languages Publishing House, 1961).
[30] Age., 91.
[31] Güncel Avrupa Komünizmnin geniş bir analizi için, bknz. Kostas Skolarikos, Eurocommunism: Theory and Strategy in Favour of Capital [Yunanca] (Athens: Synchroni Epochi, 2016). Ayrıca bknz. Geoff Eley, Forging Democracy: The History of the Left in Europe, 1850–2000 (Oxford: Oxford University Press, 2002). Bu akımın bir eleştirisi için bknz. Ellen Meiksins Wood, The Retreat from Class (London: Verso, 1986).
Not: Dimitrios Kivotidis University of East London’da okutmandır.
Çeviren: Meral Alankuş