Rus Devrimi üzerine – Rosa Luxemburg

Bolşevikler, İngiliz Eşitlikçiler ile Fransız Jakobenlerin tarihsel mirasçılarıdırlar. Ancak, Rus Devrimi’nde iktidarı ele geçirdikten sonra karşı karşıya kaldıkları somut görev, tarihsel öncüllerinin görevleri ile karşılaştırılamayacak derecede daha zordu.[1] Tabii ki mülkiyeti doğrudan, hemen ele geçirme ve toprağın köylüler[2] arasında paylaşılması şiarı, iki şeye ulaşmanın, büyük toprak sahipliğini ortadan kaldırmanın ve köylülüğü hemen devrimci hükümete bağlamanın en kısa, en basit ve en özlü formülüydü. Proleter-sosyalist hükümetin tahkimine yönelik politik tedbir olarak mükemmel bir taktikti. Maalesef [bu taktiğin] iki yanı vardı ve köylülüğün mülkiyeti doğrudan ele geçirmesinin, sosyalist iktisatla hiçbir ortak yanı olmadığı, [bu taktiğin] ters yüzüydü.

İktisadi ilişkilerin sosyalist reorganizasyonu, zirai ilişkiler hususunda iki önkoşulu zorunlu kılar. Önce, taşrada tek başına sosyalist iktisat biçiminin çıkış noktası olarak hizmet edecek olan büyük toprak mülkiyetinin, zirai üretim araçları ve metotlarının teknik açıdan en ilerici yoğunlaşması olarak kamusallaştırılması. Eğer küçük köylünün parselini elinden almaya gerek yok ve ona gönüllü olarak toplumsal işletmenin avantajlarından, önce kooperatifleşme yolu ve en sonunda da bütünsel sosyal işletmeye katılmaya kazanılmasıyla faydalanma kararı bırakılacak ise, o zaman taşradaki her sosyalist reformu tabii ki büyük ve orta ölçekli toprak mülkiyetinden başlamak zorundadır. [Sosyalist iktisat reformu] burada mülkiyet hakkını öncelikle ulusa veya sosyalist hükümette [ulusla] eşanlama gelen, devlete vermelidir; çünkü sadece bu adım zirai üretimin, birbiri ile bağlantılı olan büyük sosyalist bakış açılarından örgütlenmesinin olanağını garanti eder.

İkincisi; bu reorganizasyonun önkoşullarından bir tanesi: zirai iktisat ile sanayi ayrılığının, burjuva toplumunun bu karakteristik özelliğinin, her ikisinin karşılıklı olarak iç içe geçmesi ve birleşmesi, zirai ve sanayi üretiminin türdeş bakış açısıyla kapsamlı biçimlenmesine yer vermesi için, ortadan kaldırılmasıdır. Tek tek işletme biçimi nasıl olursa olsun: ister kent idareleri, isterse, kimilerinin önerdiği gibi, devlet merkezinden – her durumda bunun koşulu, merkezî olarak standart geliştirilen ve gerçekleştirilen bir reform ve [bu reformun] önkoşulu olarak toprağın kamusallaştırılmasıdır. Büyük ve orta ölçekli toprak mülkiyetinin kamusallaştırılması, sanayi ve ziraatın birleştirilmesi, her sosyalist iktisat reformunun, olmadıkları takdirde sosyalizmin olamayacağı, iki temel bakış açısıdırlar.

Rusya’daki Sovyet Hükümeti’nin bu devasa reformları uygulayamaması mı? Bu sitemi kim yapabilir ki! Lenin ve yoldaşlarından, iktidarlarının bu kısa süresinde, iç ve dış mücadelelerin yırtıcı girdabının tam ortasında, etrafları sayısız düşman ve dirençlerle sarılmış iken, sosyalist devrimin en zor görevlerinden birisini, evet, rahatlıkla söyleyebiliriz, en zorlu görevini çözmüş olmalarını veya sadece çözmeye başlamış olmalarını beklemek, kötü bir şaka olurdu! Biz de, hele bir iktidara gelelim, Batı’da da ve en uygun koşullar altında dahi, daha bu büyük görevin binlerce komplike zorluğunun üstesinden henüz kabaca gelemeden, bazı dişlerimizi bu çetin cevizin üzerinde kırdıracağız!

Ama, iktidara gelmiş olan bir sosyalist hükümet her durumda şunu yapmalıdır: zirai ilişkilerin ilerideki sosyalist reformunun temel önkoşulları yönünde olan tedbirler almak, en azından o tedbirlere giden yolu tıkayacak olan her şeyden kaçınmak.

Bolşeviklerin, mülkiyeti hemen ele geçirme ve toprağın köylülere paylaştırılması şiarı, ister istemez ters yönde etkide bulunmak zorundaydı. [Bu şiar] sadece sosyalist tedbir olmamakla kalmadı, aynı zamanda böylesine tedbire giden yolu kesmekte, zirai ilişkilerin sosyalist anlamdaki reorganizasyonu önüne aşılamayacak zorluklar yığmaktadır.

Arazi mülkiyetlerinin, Lenin ve arkadaşlarının basit: Gidin ve toprağı alın! parolası üzerine, köylü- lük tarafından ele geçirilmesi, büyük toprak mülkiyetinin kaotik bir biçimde köylülüğün mülkiye- tine geçmesine yol açtı. Gerçekleştirilen toplumsal mülkiyet değil, aksine yeni özel mülkiyettir ve büyük mülkiyetlerin orta ve küçük mülkiyete, izafî olarak gelişmiş büyük işletmenin, teknik açıdan firavunlar döneminden kalma araçlarla çalışan küçük işletmelere parçalanmasıdır. Dahası: Bu tedbir ve [bu tedbirin] uygulanmasının kaotik, saf keyfi biçimi ile taşradaki mülkiyet farklılıkları giderilemedi, aksine sertleştirildi. Bolşeviklerin, köylülüğü köylü komiteleri kurmaya ve asilzadelerin topraklarına el koyulmasının bir kolektif eyleme dönüştürülmesi için yaptıkları çağrı olmasına rağmen, bu genel tavsiyenin gerçek pratikte ve taşradaki gerçek güç ilişkilerinde hiçbir değişikliğe yol açamayacağı çok açıktı. Komiteli veya komitesiz, köy burjuvazisini oluşturan ve her Rus köyündeki yerel gücü ellerinde tutan zengin köylüler ve tefeciler, tarım devriminden asıl faydalananlar oldular. Toprak dağılımı sonucunda köylülüğün ortasındaki sosyal ve iktisadi eşitsizliğin giderilemediğini, aksine artırılıp, oradaki sınıf çelişkilerinin sertleştirildiğini, herkes gözü kapalı parmaklarıyla hesap edebilir. Bu güç değişimi kesinlikle proleter ve sosyalist çıkarların zararına gerçekleşmiştir.

Lenin’in, sanayinin merkezîleştirilmesinin, bankaların, ticaret ve sanayinin kamusallaştırılmasının zorunluluğu üzerine yaptığı konuşma. Peki, neden toprağın da [kamusallaştırılmasının zorunluluğu] değil? Burada tam tersi oldu: desantralizasyon ve özel mülkiyet. Slogan ise, çokça küfredilen sosyalist-devrimcilerden veya daha doğrusu, köylülüğün spontane hareketinden.

Sovyet Hükümeti tarım ilişkilerinde sosyalist esasları uygulamak için, proleterlerden – genellikle kentsel, işsiz unsurlardan – oluşan tarım komünleri yaratmayı aradı. Bu gayretlerin sonuçlarının, tarım ilişkilerinin toplam hacmine oranla, kaybolacak derecede küçük olacakları ve sorunun değerlendirilmesinde hiç dikkate alınamayacakları basitçe önceden tahmin edilebilir.[3] (Sosyalist iktisat için en uygun başlama noktası olan büyük toprak mülkiyetini küçük işletmelere parçaladıktan sonra, şimdi küçük başlangıçlardan örnek komünist işletme kurulmaya çalışılıyor.) Verili koşullar altında bu komünler sadece bir deneyim değeri verebilirler, kapsamlı sosyal reformunkini değil.

Taşradaki sosyalist reformun karşısında eskiden en fazla asilzade ve kapitalist büyük toprak sahiplerinin küçük bir kastı ile zengin köy burjuvazisinin küçük bir azınlığının direnci dururdu, ki bunların devrimci halk kitleleri tarafından kamulaştırılması çocuk oyuncağıdır. Şimdi, “mülkiyetin ele geçirilmesinden” sonra ise ziraatın her türlü sosyalist toplumsallaştırılması karşısında düşman olarak, yeni elde ettiği mülkiyetini her tür sosyalist suikasta karşı dişleri ve tırnaklarıyla savunacak olan mülkiyet sahibi köylülüğün müthiş artmış ve güçlenmiş kitleleri durmaktadır. Şimdi, ziraatın gelecekteki sosyalizasyonu, yani Rusya’daki asıl üretim sorunu, kentsel proletarya ile köylü kitlesi arasındaki çelişki ve mücadele sorunu haline gelmiştir.

Çelişkinin şimdi ne denli keskinleştiğini, köylülerin kentlere karşı, gıda maddeleri vermeyip, aynı Prusyalı Junkerler gibi vurgun yapmak için uyguladıkları boykot kanıtlamaktadır. Fransız parsel köylüsü, kendisine göç edenlerin el konulan topraklarını dağıtan Büyük Fransız Devrimi’nin en cesur savunucusu olmuştu. Napolyon askeri olarak Fransa’nın bayrağını zafere taşımış, Avrupa’yı bir boydan öbür boya aşmış ve ülke ülke feodalizmi paramparça etmişti. Herhalde Lenin ve arkadaşları tarım parolalarının aynı etkiyi sağlayacağını beklediler. Ancak Rus köylüsü, toprağı kendi gücü ile ele geçirdikten sonra, toprağa sahip olmasını sağlayan Rusya ve devrimi savunmayı rüyasında dahi düşünmedi. Yeni mülküne sarıldı ve devrimi düşmanlarına, devleti yıkıma, kent sakinlerini de açlığa terk etti.

Leninci ziraat reformu, taşrada sosyalizme, direnişleri asilzade büyük toprak sahiplerininkinden çok daha katı ve tehlikeli olacak düşmanlardan oluşan yeni bir güçlü halk tabakası yarattı.

Askerî yenilginin, Rusya’nın yıkılmasına ve çözülmesine dönüşmesindeki hatanın bir kısmı Bolşeviklerdedir. Ancak Bolşevikler, durumun bu objektif zorluklarını, politikalarının ön planına koydukları bir parola[4] ile yüksek derecede sertleştirdiler: ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı[5] ya da gerçekte bu deyimin arkasında duranı: Rusya’nın parçalanması. Rus İmparatorluğu’nun çeşitli uluslarının “Rusya’dan devlet olarak ayrılmaya kadar”, kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmelerine yönelik, doktriner inatçılıkla hep tekrarlanan formül, Lenin ve yoldaşlarının Miljukow ve Kerenski[6] tarafından yürütülen savaşa karşı geliştirdikleri muhalefetteki seçkin harp nidasıydı; Ekim Devrimi’nden sonraki iç politikanın yayını ve Bolşeviklerin Brest-Litowsk’daki[7] tüm platformunu, Alman emperyalizminin gücüne karşı çıkartabildikleri tek silahı oluşturuyordu.

Öncelikle Lenin ve yoldaşlarının bu parolada ısrar etmelerinin inatçılığının ve katı tutarlılıklarının, diğer noktalardaki politikalarındaki ve de diğer demokratik esaslara karşı aldıkların tavırlarındaki merkeziyetçilikle keskin bir çelişki içerisinde olması, şaşırtıcıdır. Bir taraftan Anayasa Koyucu Meclis’e, genel seçim hakkına, basın ve toplantı özgürlüklerine, kısacası halk kitlelerinin, bir bütün olarak Rusya’daki “kendi kaderini tayin hakkını” oluşturan demokratik hak ve özgürlükler aparatının bütününü açıkça küçümserken, diğer taraftan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, demokratik politikanın, uğruna reel eleştirinin bütün pratik bakış noktalarının susması gereken bir mücevheri olarak ele alıyorlardı. Rusya’daki Anayasa Koyucu Meclis’in halkoylamasından, bir halk cumhuriyetinin tüm özgürlükleri altında ve dünyanın en demokratik seçim hakkı temelinde gerçekleşen bir seçimden hiç bir şekilde etkilenmez ve son derece soğukkanlı, eleştirel mülahazaların yönlendirmesiyle, bu seçimlerin sonuçlarını geçersiz ilan ederlerken, Brest’te, Rusya’nın yabancı uluslarının hangi devlete ait olacaklarına dair “halkoylamalarını” her türlü özgürlük ve demokrasinin gerçek kutsal değeri, halk iradesinin saf cevheri ve ulusların politik kaderi sorusunda en yüksek, belirleyici mercii olarak savundular.

Burada ortaya çıkan çelişki, ulusların o mükemmel “kendi kaderini tayin hakkı” içi boş bir küçük-burjuva lafazanlığı ve zırvalığı iken, sonradan da göreceğimiz gibi, her ülkedeki politik yaşamın demokratik biçimlerinde gerçekten de sosyalist politikanın son derece değerli, hatta vazgeçilmez esasları söz konusu olduğundan, daha da anlaşılmazdır.

Gerçekten de, bu hak hangi anlama geliyor? Sosyalist politikanın, bir ulusun diğer bir ulusu ezmesi dahil, her türlü zulme karşı mücadele vermesi, [sosyalist politikanın] ABC’sidir.

Eğer, Lenin ve Troçki ile arkadaşları gibi, genelde, silahsızlanma, Milletler Cemiyeti vb. türünden her ütopik boş lafazanlığa ironik bir biçimde omuz silken soğukkanlı ve eleştirel politikacılar, tam da aynı kategorideki içi boş bir deyimin düşkünleri haline geldilerse, bu, görebildiğimiz kadarıyla, bir tür fırsatçılık politikasından hareketle olmuştur. Lenin ve yoldaşları basit bir şekilde, Rus İmparatorluğu’nun birçok yabancı ulusunu devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamak için, onlara devrim ve sosyalizm adına kendi kaderini tayin hakkı için olabilecek en sınırsız özgürlüğü vermekten başka güvenli bir araç olamayacağını hesaplıyorlardı. Bu, Bolşeviklerin, toprağa karşı olan açlıkları asilzadelerin mülkünü ele geçirme parolasıyla dindirilecek ve böylece devrimin sancağına ve proleter hükümete bağlanacak olan Rus köylülerine karşı uyguladıkları politikanın analojisidir. Her iki durumda da yapılan hesaplar bütünüyle yanlış çıkmıştır. Lenin ve yoldaşları, “devlet olarak ayrılmaya kadar” ulusal özgürlüğün savunucuları olduklarında Finlandiya’yı, Ukrayna’yı, Polonya’yı, Litvanya’yı, Baltık ülkelerini, Kafkasyalıları vs. Rus Devrimi’nin sadık bağlaşıkları yapacaklarını umarlarken, biz tam tersi bir tiyatroya tanık olduk: Bu “uluslar” birbiri ardına hediye edilen yeni özgürlüğü, Rus Devrimi’nin ölümcül düşmanlarına dönüşerek, [Rus Devrimi’ne] karşı Alman emperyalizmi ile ittifaka girmek ve [Alman emperyalizminin] koruması altında karşı devrimin sancağını bizzat Rusya’ya taşımak için kullandılar. Ukrayna’nın Brest’teki[8] görüşmelerin yönündeki ve Bolşeviklerin iç ve dış politikalarının durumundaki değişimde belirleyici olan oyunu, buna örnektir. Finlandiya’nın, Polonya’nın, Litvanya’nın, Baltık ülkelerinin ve Kafkasya uluslarının tavırları, inandırıcı bir biçimde burada tesadüfi bir istisna ile değil, aksine tipik bir kararla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Kuşkusuz, bütün bu örneklerde gerici politikayı yapanların gerçekten “uluslar” olmadığı, aksine kendi proleter kitlelerine keskin bir karşıtlıkla “ulusal kendi kaderini tayin hakkını” karşı devrimci sınıf politikalarına dönüştüren burjuva ve küçük burjuva sınıfların olduğu açıktır. Ama – böylelikle sorunun düğüm noktasına geliyoruz – sınıf toplumunun sert gerçekliğinde, bilhassa sonuna kadar keskinleşen karşıtlık dönemlerinde basitçe burjuva sınıf egemenliğinin bir aracına dönüşen bu milliyetçi boş lâfın ütopik-milliyetçi karakteri işte burada yatmaktadır. Bolşeviklere, devrimin ve kendilerinin en büyük zararına, kapitalizmin egemenliği altında “ulusun” kendi kaderini belirle- yemeyeceği, sınıf toplumunda ulusun her sınıfının “kendi kaderini farklı tayin etmeye” çalışacağı ve burjuva sınıfları için ulusal özgürlüğün bakış noktalarının, sınıf egemenliğininkilerin ardına itileceği öğretilmiştir. Fin burjuvazisi ile Ukrayna küçük burjuvazisi, [ulusal özgürlüğün] “Bolşevizmin” tehlikesi ile bağlantılı olması durumunda, Alman zorbalığını ulusal özgürlüğe yeğlemede hem fikirdiler.

Brest’te konuşulanların odak noktası olan “halk oylamalarıyla” bu reel sınıf koşullarını tersine çevirme ve devrimci halk kitlesine güvenle, Rus Devrimi birleşme sonucu çıkarma umudu, eğer Lenin ve Troçki tarafından cidden taşınıyorduysa, anlaşılamaz bir iyimserlikti ve şayet Alman şiddet politikasıyla girişilen düelloda salt taktiksel kılıç darbesi olarak düşünüldüyse, ateşle oynanan tehlikeli bir oyundu. Köylü kitlesinin ve farklılıkları göremeyen proleterlerden oluşan büyük katmanların zihinsel durumu, küçük burjuvazinin gerici tandansı ve burjuvazinin oylamayı etkileyecek binlerce aracı karşısında çeper ülkelerde halk oylaması yapılsaydı, Alman askerî işgali olmadan da bu mükemmel “halk oylaması” büyük bir olasılıkla Bolşeviklerin hiç hoşlanmayacağı sonuçlara yol açardı. Egemen sınıfların ulusal sorun üzerine yapılacak halk oylamalarını, işlerine gelmediğinde, ya engelleyecekleri, ya da ellerindeki araçlar ile halk oylamasının sonuçlarını etkileyebileceklerinden, halk oylaması aracılığıyla sosyalizme geçemeyeceğimiz, kırılmaz bir kural olarak geçerlidir.

Ulusal çabaların ve özel tandansların devrimci mücadelelerin ortasına atılması, hatta Brest Barışı ile ön plana itilmesi ve de sosyalist ve devrimci politikanın Şibboleti[9] olarak damgalanması, sosyalizmin sıralarına büyük kafa karışıklığı taşımış ve özellikle çeper ülkelerdeki proletaryanın pozisyonunu sarsmıştır. Finlandiya’daki sosyalist proletarya, Rusya’nın açık vermeyen devrimci saflarının bir parçası olarak mücadele ettiği sırada, egemen bir güç konumunu elde etmişti; mecliste, ordu içinde çoğunluğa sahipti, burjuvaziyi bayıltacak derecede bastırmıştı ve ülkedeki durumun hakimiydi. Rus Ukrayna’sı Yüzyıl’ın başlarında, “Karbowentzleri” ve “Evrenselleri” ile “Ukrayna milliyetçiliğinin” maskaralıkları ve Lenin’in “bağımsız Ukrayna” düşküsü henüz icat edilmeden önce, Rus devrimci hareketinin bir kalesiydi. Devrimin lava selleri 1902’den 1904’lere kadar oradan, Rostov’dan, Odesa’dan, Donez bölgelerinden akmaya başlamışlar ve 1905 patlamasını hazırlayarak, bütün Güney Rusya’yı bir alev denizi haline getiren ateşi yakmışlardı; aynısı şimdiki devrimde, Güney Rusya proletaryasının, proleter safların elit kıtalarını oluşturduklarında, tekrarlandı. Polonya ve Baltık ülkeleri 1905’ten bu yana devrimin, içlerinde sosyalist proletaryanın seçkin bir rol oynadığı, en güçlü ve en güvenilir ocaklarıydı.

Nasıl oldu da, bütün bu ülkelerde karşı devrim aniden zafer kazandı? İşte milliyetçi hareket, proletaryayı Rusya’dan kopararak felce uğrattı ve çeper ülkelerdeki ulusal burjuvaziye teslim etti. Bolşevikler, her zaman savundukları saf uluslararası sınıf politikası bağlamında, imparatorluğun bütününde devrimci güçlerin en yoğun birlikteliğini hedeflemek, Rus İmparatorluğu’nun bütünlüğünü bir devrim bölgesi olarak dişleri ve tırnaklarıyla savunmak, Rus Devrimi içerisinde bütün uluslardan proleterlerin beraberliğini ve ayrılmazlığını her türlü milliyetçi özel gayretlere karşı yürütülen politikanın ilk şartı haline getirmek yerine, “devlet olarak ayrılmaya kadar, kendi kaderini tayin hakkına” dair gürleyen milliyetçi lafazanlıkla tam tersine, çeper ülkelerdeki burjuvaziye, karşı devrimci çabalarının sancağı haline gelen, en arzu edilen, en parlak bahaneyi verdiler. Çeper ülkelerdeki proleterleri saf burjuva tuzağı olan her türlü ayrılıkçılığa karşı uyarmak ve ayrılıkçı çabaları, bu durumda gerçekten proleter diktatörlüğün anlamında ve ruhunda olan demir yumrukla tohum halindeyken boğmak yerine, parolaları ile çeper ülkelerdeki kitlelerin kafalarını karıştırdılar ve [onları] burjuva sınıflarının demagojisine teslim ettiler. [Bolşevikler] milliyetçiliği böyle teşvik ederek, Rusya’nın parçalanmasına neden oldular, bunu hazırladılar ve kendi düşmanlarının eline, Rus Devrimi’nin kalbine saplayacakları bıçağı verdiler.

Kuşkusuz, Alman emperyalizminin, Kautsky’nin “Neue Zeit”ının yazdığı gibi, “Alman yumruklarının tuttuğu Alman dipçiklerinin” yardımı olmadan, Ukrayna’nın Lubinskyleri ve diğer hergeleleri, Finlandiya’nın Erichleri ve Mannerheimları ve Baltık baronları, kendi ülkelerindeki proleter kitleler ile hiçbir zaman başa çıkamayacaklardı. Ancak ulusal ayrılıkçılık, Alman “yoldaşların” ellerindeki süngülerle bütün o ülkelere girmelerini sağlayan Truva Atıydı. Reel sınıf karşıtlıkları ve askerî güç ilişkileri Almanya’nın müdahalesini sağladılar, ama Bolşevikler karşı devrimin bu kampanyasını maskeleyen ideolojiyi verdiler, burjuvazinin pozisyonunu güçlendirdiler ve proletaryanınkini zayıflattılar. Buna en iyi örnek, Rus Devrimi’nin talihinde böylesine uğursuz rol oynayacak olan Ukrayna’dır. Rusya’daki Ukrayna milliyetçiliği, Çek, Polonya veya Fin milliyetçiliği gibi değildi; [Ukrayna milliyetçiliği] on beş-yirmi küçük burjuva entelektüelinin, ülkenin iktisadi, politik ya da düşünsel koşullarında hiçbir kökü olmayan, Ukrayna’da hiçbir zaman ulus veya devlet oluşmadığından, Şevçenko’nun gerici-romantik şiirlerinin haricinde herhangi bir ulusal kültüre sahip olmayan kaçıklıklarından ve kendi beğenmişliklerinden başka bir şey değildi. Sanki Waterkant’ta, Fritz Reuter’e dayanarak, Kuzey Almanya şivesini konuşanlar yeni bir ulusu kuruyorlarmış gibi! Ve Lenin ve yoldaşları, birkaç üniversite profesörüyle, öğrencilerinin bu gülünç kaba komedisini, doktriner ajitasyonları olan “…na kadar, kendi kaderini tayin hakkı vs.” ile suni bir biçimde politik faktör haline getiriyorlar. Başlangıçtaki kaba komediye, komedi ciddiye binene kadar: yani önce- den olduğu gibi şimdi de kökleri olmayan ciddi bir ulusal harekete değil, karşı devrimin levhası ve sancağı olan [komediye] önem verdiler! Bu rüzgâr yumurtasının içindense Brest’te Alman süngüleri çıkıverdi.

Sınıf mücadeleleri tarihinde boş laflar zaman zaman hayli reel anlam kazanırlar. Dünya Savaşı’nda karşı devrimci politika için ideolojik bahane sunmak, sosyalizmin kötü kaderiydi. Alman sosyal demokrasisi savaş başladığında Alman emperyalizmin yağmasını, yaşlı ustalarımızın 1848’de rüyasını gördükleri Çarlık Rusya’sına karşı özgürlük savaşı diye nitelendirerek, Marksizmin sandık odasından çıkardıkları ideolojik kalkanla süslemek için hayli acele ettiler. Hükümet sosyalistlerinin karşıtlarına, Bolşeviklere ise, “kendi kaderini tayin hakkı” söylemiyle karşı devrimin değirmenine su taşıma ve böylelikle, sadece Rus Devrimi’nin boğulmasına değil, aynı zamanda bütün Dünya Savaşı’nın planlanan karşı devrimci likidasyonuna ideoloji sunma rolü düştü. Bolşeviklerin politikalarını bu bakış açısından inceden inceye ele almamız için yeterince neden var. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, Milletler Cemiyeti ve Wilson’un lütfuyla [gerçekleşen] silahsızlanma ile bağlantılı olarak, uluslararası sosyalizmin burjuva dünyası ile girişeceği ihtilafın savaş narasını oluşturmaktadır. Şu an için uluslararası sosyalizme karşı en büyük tehlikeyi oluşturan kendi kaderini tayin hakkı söylemi ile bütün ulusal hareketlerin, Rus Devrimi’nin kendisinden ve Brest’teki görüşmelerden olağanüstü güç kazandıkları çok açıktır. Bu platform ile ileride daha etraflıca ilgilenmek durumunda olacağız. Rus Devrimi’ndeki, Bolşeviklerin dikenli tellerine yakalandıkları ve kanayan yaralar açan bu lafazanlığın trajik kaderi, uluslararası proletarya için bir ibret dersi olmalıdır.

Bütün bunları Almanya’nın diktatörlüğü izledi. Brest barışından, “Ek Sözleşme”ye[10] kadar. Moskova’daki 200 kefaret mağduru[11]. Bu durumun sonucu terör ve demokrasinin ezilmesi oldu.


[1] R.L. orijinal sayfanın üst köşesine, nereye ait olduğunu belirtmeden bir not düşmüş: “(Tarım sorununun önemi. Daha 1905’te. Ardından 3. Duma’daki sağcı köylüler! Köylülük sorunu ve savunma, ordu.)”

[2] II. Bütün Rusya Sovyet Kongresi’nin 8 Kasım 1917 tarihinde, “köylü seçmenin verdiği görev” doğrultusunda kabul ettiği kararname ile, toprak üzerindeki mülkiyet kaldırıldı ve büyük toprak sahiplerinin, kilise ve manastırların arazileri tazminat ödenmeksizin kamulaştırıldı. Toprak, denkleştiren arazi kullanımı ilkesine, yani çalışma ve kullanım normlarına göre dağıtıldı. Arazi kullanımının, tek tek kişiler, yerel idare veya kooperatif biçiminde olup olmayacağı, köy halkının iradesine bırakıldı. Gelişmiş iktisadi kullanımda olan araziler ise ya yerel idarenin, ya da devletin eline bırakıldı.

[3] Rosa Luxemburg’un sol köşede, nereye ait olduğunu belirtmeden koyduğu not: “Primli tahıl tekeli. Şimdi sınıf mücadelesini post festum köye taşımak istiyorlar.”

[4] Kaynakta: Politika

[5] Sovyet Hükümeti ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı ilkesini savunuyordu. Çarlık tarafından ezilen ulusların zor kullanılarak Rusya’ya zincirlenemeyeceklerini düşünüyordu.

[6] P. N. Miljukow’un Dışişleri Bakanı olduğu geçici hükümet savaşı devam ettirmiş ve Antant ülkelerine, savaşı “zaferle sonuçlandırana dek” bütün ittifak yükümlülüklerini yerine getireceğine dair güvence vermişti. Bu politika, Mayıs 1917’de işbaşına gelen ve A. F. Kerenski’nin Savaş ve Bahriye Bakanı olarak görev aldığı yeni hükümet tarafından da devam ettirilmiş ve Temmuz 1917’de 60.000 insanın yaşamına mal olan bir taarruzda bulunmuştu. Bolşevikler, bu politikaya karşı ilhaksız hemen barış talebini çıkardılar, ki Polonya, Finlandiya, Ukrayna ve Büyük Rusya’ya ait olmayan bölgelerin zorla Rus devlet birliği içerisinde tutulmalarını da ilhak olarak kabul etmekteydiler.

[7] Sovyet Hükümeti, Brest-Litowsk’da yürütülen barış görüşmelerinde, savaşa katılan ülkelerin ulus-arının, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkına kadar, kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkını talep ediyordu. Bu hak, belirli koşullar altında ilgili bölgenin bütün halkı arasında yapılacak olan bir referandum ile gerçekleştirilecekti.

[8] Ukrayna Merkez Rada’sı 27 Ocak 1918’de, egemenlikleri yıkılmış ve Sovyet Hükümeti Ukrayna genelinde zaferi sağlamış olmasına rağmen, emperyalist ülkelerle bir sözleşme imzalamıştı. Almanya bu sözleşme ile Ukrayna’yı işgal etme hakkını elde etmiş ve 27–28 Ocak 1918’de Brest-Litowsk’da yürütülen barış görüşmelerinde ültimatif bir biçimde ilhak taleplerini öne sürmüştü.

[9] Schhibboleth (İbranice: תלובש): İbranice’de “buğday başağı”anlamına gelmektedir, ama ilk Hıristiyanların “Kutsal Kitap”olarak adlandırdıkları “Tanach”da kod sözcüğü veya parola olarak geçmektedir. Schhibboleth (Şibbolet), kişinin bir kelimeyi telaffuz edişine göre şivesini, yani kökenini öğrenmeye yarayan bir kod olarak bilinmektedir. Rosa Luxemburg el yazmasında ulusların kendi kaderini tayin hakkını, sosyalist ve devrimci politikanın belirleyici temel kodu haline getirilmesini bu kelimeyle eleştirmektedir.

[10] 27 Ağustos 1918’de imzalanan Alman-Rus Ek Sözleşmesi, Estonya ve Livland’ın doğu sınırlarının belirlenmesinden sonra, Almanya’nın bu sınırların doğusunda kalan ve işgal ettiği bölgeleri terk etmesini öngörüyordu. Almanya, Beresina’nın doğusundaki bölgeyi, Sovyet Rusya’sının Mali Antlaşmada belirlenen ödeme yükümlülüklerini yerine getirdiği oranda boşaltacaktı. Sovyet Rusya, Estonya, Livland ve Gürcistan üzerindeki hükümranlığından feragat etti. 27 Ağustos 1918 tarihli Alman-Rus Mali Antlaşma- sına göre Sovyet Rusya, Almanya’ya 6 milyar Mark ödemekle yükümlü tutuldu.

[11] Sol sosyal devrimciler 6 Temmuz 1918’de Alman büyükelçi Wilhelm Graf von Mirbach-Harff’i öldürerek, Moskova’da Sovyet Hükümeti’ni yok edecek bir darbe girişiminde bulundular. Başkaldırı geri püskürtüldü ve yüzlerce sosyal devrimci tutuklandı.


Kaynak: Milliyetler Sorunu ve Özerklik, Rosa Luxemburg, Çeviren ve Derleyen: Murat Çakır, Rosa-Luxemburg-Stiftung Hessen, s.137-143