Şarkiyatçılık, Marksizm ve Türkiye solunda doğucu eğilimler – Cem Özatalay

2003 yılı sonbaharında Fransa’da bulunuyordum. Aynı dönemde İstanbul’da Bahçelievler  PTT Dağıtım Merkezi’nde taşeron postacıların direnişi patlak vermişti. Direnişe destek  sağlayabilmek için, taşeron işçilerin direnişini anlatan ve dayanışma talep eden bir metin  kaleme aldım ve bu metni aynı tarihlerde Paris’te gerçekleşen Sosyal Forum yürüyüşüne  katılan sendikal örgütlerin kortejlerine dağıttım. Ertesi gün, Fransa’da posta sektöründe  örgütlü ikinci en büyük sendika olan -ve LCR’e (Devrimci Komünistler Ligası) yakınlığıyla  bilinen- SUD-PTT’den Eric Aragon beni aradı. Gerçekleştirdiğimiz görüşme sonucunda,  direnişin geniş haberini sendikanın yayın organında yayınlamak ve haberin sonunda  dayanışma için bir banka hesap numarası vermek konusunda mutabık kaldık. Yaklaşık 15-20  gün sonra Eric beni tekrar arayarak, haberin yayınlandığını söyledi ve gazeteyi bana  göstermek için buluşmayı teklif etti. Sendika merkezine ulaştığımda, Eric heyecan ve mutluluk  içinde haberi bana gösterdiğinde, neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Gazetenin arka  kapağında yarım sayfa kadar yer kaplayan haberin başlığı, “Le pire Ottoman” (Beter  Osmanlı) idi. Haberde fotoğraf olarak ise Sultanahmet Camîi kullanılmıştı. Bir işçi  direnişiyle bu başlığın ve fotoğrafın ne alakası olduğunu sorduğumda, Eric’in açıklaması  mealen şöyle oldu: “Taşeron firmayı hedef alan bu başlığı, “l’empire Ottoman” (Osmanlı  İmparatorluğu) sözüne gönderme yapan bir kelime oyununa başvurarak, ilgi çeksin böyle  diye koydum. Görsel malzeme olarak Sultanahmet Camîi’ni seçmemin nedeni ise, birçok  Müslüman ülkeyi gezmiş olmama rağmen en güzel camîlerin Türkiye’de bulunduğunu  düşünmemdir”. Kısa süren bir tartışma sonrasında, Türkiyelilere ve Türkiyeli postacıların mücadelesine ilişkin iyi niyetinden kuşku duymadığım posta emekçisi Eric’in başlığa ve fotoğrafa itiraz nedenlerimi anlamadığına ve anlamasının da mümkün olmadığına kani  olarak, desteğinden ötürü teşekkür ederek oradan ayrıldım. “Batı”nın -dolayısıyla da  “Doğu”nun- gerçek anlamda ayırtına varmamı Eric’e borçluyum dersem, sanırım abartmış  olmam.  

Giriş 

Modern tarihe damgasını vuran Doğu-Batı ikileminin, Edward Said’in Şarkiyatçılık  isimli ünlü kitabını 1978’de yayınlanmasından bu yana, “Batı”lı insan aklının  tasavvuruna dayanan bir kurgu olduğu konusunda genel bir mutabakat oluştu. Tıpkı  Benedicte Anderson’un milletleri, milliyetçilikler tarafından kurgulanmış “hayali  cemaatler” olarak tanımlaması gibi, Said de Doğu ve Batı kimliklerinin şekillenmesinin  temelinde insan aklının eseri olan bir kurgu ve inşa sürecinin olduğunu savundu.  Epistemolojik düzeyde materyalist bir izleği esas almaya çalışacak olan bu yazı,  öncelikle, Doğu ve Batı’nın kurgusal olmadığını ve Doğu-Batı ikileminin, insanlar bu  ikilem yokmuş gibi düşünmeye başladıklarında ortadan kalkmayacağını savunacaktır.  Bunu yaparken Marksizmin Doğu-Batı ikilemine dair perspektifinin izi sürülecektir.  

Ancak bu yazının temel konusu, özellikle son dönemde Türkiye sol hareketinin kimi  bölmelerinin eklemlenmekte sakıca duymadığı “Doğuculuk” ideo-politik eğilimidir.  Genellikle Avrasyacılık ve Ulusal Solculuk ile daha seyrek olmakla birlikte kimi  örneklerde de Ortadoğuculuk biçiminde açığa çıkan bu ideo-politik eğilim, yalnızca  söylemsel olarak “şarkiyatçılık” ideolojisini tersinden yeniden ürettiği için değil,  “şarkiyatçılık” ideolojisinin üzerine bina olduğu iktidar ilişkilerini, kendi mekansal  düzleminde bizzat ürettiği için eleştirilecektir. Aynı bağlamda, Türkiye’de bu ideo politik çizgide kalarak kendini sol olarak var etmenin imkansızlığı gösterilmeye  çalışılacaktır. 

Yazının son bölümünde ise “Doğucu” olmayan ama Doğulu olan bir sol ideolojinin  ihtiyaç olduğu savunulacak ve doğulu bir sol ideolojinin imkânları tartışılacaktır.  

I. Doğu/Batı İkilemi ve Marksizmin Pozisyonu 

Sosyal bilimler düzleminde, gerçekliğin toplumsal olarak inşa olduğu önermesine  dayanan epistemolojik mutabakat, çok farklı disiplinlerde ortaya konan çalışmalarda,  açığa çıkmaktadır. Değişen oranlarda göreliliğe doğru uç veren bu epistemolojik  eksenin, esas olarak iki büyük tematiğe dayandığı söylenebilir: 1) Toplumsal  gerçekliğin inşasında dilin ve algının önemi, 2) bireylerin ve kurumların bu süreçteki  belirleyici rolü. Daha yalın bir deyişle, bu perspektife göre, her türlü toplumsal  gerçeklik, bireysel veya kolektif aktörlerin tarihsel ve gündelik inşa faaliyetlerinin  sonuçları olarak kavranmaktadır. (Corcuff, 2002: 17).  

Post-kolonyalist teorinin öncülü olarak kabul edilen Edward Said’in 1978 yılında  yayınladığı Avrupa’daki şark anlayışının şekillenişini inceleyen Şarkiyatçılık başlıklı  çalışmada da, Doğu veya Şark gerçekliğinin oluşumu ele alınırken, insanın imgesel  faaliyetine epistemolojik düzeyde öncelik verdiği görülmektedir. Bu pozisyon alış  Said’in Şark tanımında net bir biçimde dile getirilmektedir : “Tarihsel varlıklar bir yana,  (…) coğrafi ve kültürel varlıklar da insan yapımıdır. (…) Batı kadar Şark da, kendisine  Batı’da ve Batı için gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih ile düşünme  geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikirdir” (Said,  2003: 14). 

Şarkiyatçığın, emperyalizmin veya sömürgeciliğin basit bir temsili veya ifade biçimi  olmadığını, tersine emperyalizmi veya sömürgeciliği temellendirdiğini öne süren  Edward Said, özellikle Doğu’ya dair yaptığı saptamalara (özellikle Hindistan’ın  İngiltere tarafından sömürgeleştirilmesi bahsine) referansla, Marx’ın da sömürgeciliğin değirmenine, nesnel olarak, su taşıdığını öne sürmüştür. Said’in bu  saptaması, birçok Marksistin tepkisini çekmiştir. Marksist cepheden Said’e yöneltilen  eleştiriler ise çoğunlukla a) Tarihin zorunlu gelişim yasalarını görmezden gelerek  idealist bir felsefi arka plana yaslandığı, b) Sınıfsal perspektifi tamamen göz ardı  ettiği ve çözümü kültürel planda gördüğü argümanlarına yaslanır.  

Said’e yönelik epistemolojik eleştirilerimizi makalenin ilerleyen bölümünde ele almak  üzere saklı tutarak, Marx’ın ve Engels’in Doğu’ya ilişkin değerlendirmelerinde açığa  çıkan kimi ideo-politik yaklaşımlarını gözden geçirmekte yarar bulunmaktadır.  

1. a) Marx ve Engels’in ideo-politik yazılarında şarkiyatçı izler 

Engels, 22 Ocak 1848 tarihinde The Nothern Star isimli gazete için kaleme aldığı  makalede, Cezayir’in Fransa tarafından işgaliyle ilgili olarak şunları yazmıştır: “(…)  Cezayir’in işgali, medeniyetin ilerlemesi için önemli ve hayırlı bir olaydır. (…) Her ne  kadar özgürlüklerinin ellerinden alınmış olmasına üzülmek mümkünse de, bu çöl  bedevilerinin harami toplumu olduğunu unutmamalıyız.” Engels’in 1858 yılında  yayınlanan The New American Cyclopaedia için Cezayir üzerine yazdığı makalede,  ülkenin yerli halkları hakkında yaptığı tasnife de paralel bir yaklaşım damgasını vurur.  Söz konusu makalede, Kabilliler, Araplar ve Mağribileri ayrı ayrı ele alan Engels, bu  topluluklar arasında bir hiyerarşi tanımlar. Bu hiyerarşinin en tepesine, ten rengi  beyaz olan ve tarımla, madencilikle ve ticaretle aktif uğraşan Kabillileri yerleştiren  Engels, bu topluluğu sahip oldukları “medeniyet” derecesiyle Müslüman Araplardan  ve Mağribilerden ayırır. Engels’e göre, göçebe atalarının geleneklerine sadık olan  Araplar, toplumsal ilerlemenin dışında kalmakta ve medeniyete düşman olarak  konumlanmaktadırlar. Hiyerarşinin en altında yer alan Mağribiler ise ödlek, kan  dökmeye ve intikam almaya alışmış karakterleriyle ahlaki düzlemde “en altta yer alırlar”. Görüldüğü gibi, Engels’in bu ifadeleri, çağının Şarkiyatçı “medenî Batı-barbar  Doğu” söylemine dolaysızca eklemlenmektedir. 

Marx ise gençlik döneminde özellikle Hindistan’la ilgilenmiştir. 25 Haziran 1853’te  New York Daily Tribune isimli gazeteye İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmek  üzere işgal etmesiyle ilgili bir makale kaleme alan Marx, bu konuda şunları  söylemiştir: “İngiltere’nin, Hindistan’da bir toplumsal devrime neden olurken, sadece  aşağılık çıkarlarla harekete geçtiği, bu çıkarları dayatış biçiminin aptalca olduğu  doğrudur. Ama mesele bu değil. İnsanlık, Asya’nın toplumsal durumunda temel bir  devrim yapılmaksızın yazgısını gerçekleştirebilir mi? Mesele bu. Cevabımız olumsuz  olduğuna göre, ne suç işlemiş olursa olsun, bu devrimi yaratmak konusunda tarihin  bilinçsiz aracısıydı İngiltere.”  Marx ve Engels’in söz konusu yıllarda medeniyetler arasında eşitsizliğe dayanan bir  fark olduğunu kabul ettikleri, kapitalizmin gelişmiş olduğu “yüksek medeniyet”  düzeyindeki devletlerin, “aşağı medeniyet”e ait toplumları sömürgecilik aracılığıyla  kapitalistleştirerek, tüm dünyada sosyalizmi mümkün kılacak bir altyapının hasıl  olacağını bekledikleri açıktır.  

Marx ve Engels’in bu yazdıklarının, Marksizmin 20’inci yüzyıldaki varlığıyla çeliştiği  düşünülebilir. Öyle ya, iki kutuplu dünya koşullarında, sömürgeciliğe karşı verilen  ulusal kurtuluş hareketlerine, hem ideolojik çerçeve, hem de teknik teçhizat, silâh,  para vb. sağlayan bir sosyalist dünya söz konusuydu. Ancak, diğer yandan aynı  20’inci yüzyılda, kapitalizmin gelişmesi ve tarihin ilerlemesi adına, kâh 1914’te  emperyalist savaş destekçiliği yapan, kâh Avrupa’da anti-semitizmi önemsemeyerek  yükselen faşizmin önüne geçemeyen, kâh Filistin topraklarının İsrail devleti  tarafından işgal edilmesine onay veren, kâh Cezayir’in ulusal kurtuluş hareketine destek vermekten imtina eden bir politika tarzının da sol cenahta zemin bulduğu  bilinmektedir. Aynı politik tarz, Türkiye’de de, kapitalizmin gelişmesi adına, önce  İttihat Terakki’nin, sonra da Kemalizmin izlediği kıyımlarla yüklü baskı politikalarına  “ses çıkarmamak” biçiminde açığa çıkmıştır. Buradan bakıldığında, Marx ve Engels’in  söz konusu politik yazılarında, “şarkiyatçı” ideolojinin izlerinin bulunduğuna ve bu  izlerin bugüne dek uzandığına dair Said tarafından dile getirilen eleştirinin “kuru iftira”  olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. 

1. b) Marksizm evreninde Şarkiyatçılık ve/veya Avrupa-merkezcilik eleştirisi 

Marksizmin Avrupa-merkezcilik’le ve Şarkiyatçılıkla arasına mesafe koymaya  başlamasına ilk kez Marx’ın olgunluk eserlerinde rastlanmıştır. Yani, Hegelci bir tarih  felsefesinin izleyicisi olan “genç” Marx’la, tarih biliminin kurucusu olan “olgun” Marx  arasında konu bağlamında bir açı söz konusudur. Marx’ın 1840-1850’lerde Doğu  üzerine yazdıklarıyla özellikle 1867’de Kapital’in Birinci Cildi’ni yayınladıktan sonra  yazdıkları arasında bir farklılık açığa çıkmaktadır (Budgen, 2003). 1872-1883 arası  dönemde Marx Avrupalı olmayan toplumları gerçek anlamda ilk kez incelemiş ve  değerlendirmelerinde üç temel değişikliğe gitmiştir: 1) Kapital’in Birinci Cildi’nin 1867  tarihli önsözünde yer alan “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az  gelişmiş ülkelere ancak kendi geleceklerinin resmini gösterir” ifadesini, aynı eserin  1872-75 tarihli Fransız baskısında, “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke,  sanayileşme sürecinde kendisini izleyen ülkelere, ancak kendi geleceklerinin resmini  belirleyecek güzergahın yönünü gösterir” ifadesiyle değiştirmiştir. Bu değişiklikle,  “kalkınmacılık” yaklaşımını muhafaza etmeye devam ediyor olsa da Marx, ülkelerin  farklı tarihsel güzergahların olabileceğine ilişkin görüşe kısmen de olsa alan açmıştır.  Dahası bu dönemde Marx, Batı Avrupa ülkelerinin sanayileşme süreçlerinin  özdeşliğinden değil benzerliğinden bahsetmeye başlamıştır. Özetle Marx, Hegelci “evrensel akıl – evrensel tarih” yaklaşımından uzaklaşmıştır. 2) 1877’de  Mikhailovski’ye yazdığı mektupta, “tüm halklara ortak bir yazgıymış gibi empoze  edilen tarih-felsefesel teori”den uzaklaştığını belirtmiştir. 1881’de Vera Zasuliç’e  yazdığı mektupta ise, “bu [sanayileşme yoluyla, C.Ö.] gelişmenin kaçınılmazlığının  Batı Avrupalı ülkelerle sınırlı” olduğunu söylemiş ve tarımsal komünden “Rusya’nın  sosyal kalkınmasının imkanı” olarak bahsetmiştir. Komünist Manifesto’nun 1882  tarihle Rusça baskısına önsözde de, kendisine yöneltilen komünist topluma ulaşmak  için, kırsal topluluğun zorunlu olarak yerini kapitalizme bırakmasının bir önkoşul olup  olmadığı konusundaki soruya, “ortakçı kırsal mülkiyet, komünist bir gelişme için kalkış  noktası olabilir” şeklinde yanıt vermiştir. 3) Marx özellikle 1879-82 arasında tuttuğu  notlarda, Amerikan yerlileri, Aztekler, Avustralya Aborjinleri, Kuzey Hindistan  köylüleri, antik İrlanda, Endonezya, Cezayir üzerine kimi yeni değerlendirmelere yer  vermiştir. Bu notlarında Marx, Avrupa-merkezli kategorilerin amacını aşan biçimde  kullanılmasını eleştirmiş ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin önemi üzerinde  durmuştur. Kevin Anderson’a göre, bu not defterleri, Marx’ın pre-kapitalist Batılı  olmayan toplumlara ilişkin görüşlerinde bir dönüşümü temsil etmektedir (Anderson,  2002).  

Marx’ın görüşlerinde yaşanan bu dönüşümün, onun hem teorik hem de politik  görüşlerinde yaptığı revizyonla ilgisi olduğu açıktır. Marx’ın olgunluk döneminde,  teorik düzlemde, evrensel akıl kategorisini merkezine alan ve “ilerleme”yi bu kategori  üzerinden tarif eden Hegelci tarih felsefesinden tam anlamıyla uzaklaşması, onun  Aydınlanma mirası üzerinde yükselen Şarkiyatçı ve Avrupa-merkezci ideo-politika ile  arasına mesafe koymasının teorik enstrümanlarını sağlamış; politik düzlemde ise,  sanayileşme sürecini kat etmiş ülkelerde “işçi sınıfı”nın politik devrimcilik vasfının  zayıflaması, pre-kapitalist ülkelerde meydana gelebilecek politik devrimlere ve bu devrimlerin öznesi olabilecek değişik toplumsal kategorilere pozitif anlamda ilgisini  yöneltmesi sonucunu doğurmuştur. Marx’ın bakış açısındaki dönüşümün en önemli  sonucu ise; sömürgeciliğe bağlı tahakküm ilişkileri içinde, geçmiş dönemde nesnel  olarak olumladığı sömürgecilerle arasına mesafe koyarak, ezilenlerin mücadelelerine  ilgisini yoğunlaştırmaya başlamasıdır. Aynı biçimde, o güne kadar mutlak olarak  kente ve kentleşmiş toplumlara ayrıcalık tanırken, kırsal alanın da devrimcilik  potansiyeli taşıyabileceğini savunmaya başlamıştır. Marx, tüm bu revizyonları  gerçekleştirirken, tarihin gelişimini üretken güçlerin gelişimiyle açıklayan tarihsel  materyalizmden de ricat etmemiştir. Yaptığının yalnızca, politik tutum geliştirirken,  “toplumsal devrim”e ilişkin tarih-bilimsel çözümlemelere başvurmak yerine, “siyasal  devrim”in olanaklarına işaret eden konjonktürel tahakküm ilişkilerini esas almaya  başlaması olduğu söylenebilir.  

Marx’ın ardılı olan “Batı Avrupalı” Kautsky’nin daha çok Avrupa-merkezci “Genç  Marx”ın, “Doğulu” Lenin’in ise daha çok Avrupa-merkezciliğe eleştirel bakan “Olgun  Marx”ın kavrayışını izlediğini öne sürmek yanlış olmayacaktır. Aynı nedenle,  Marksizmin, Ekim Devrimi’ni izleyen süreçte Doğu ülkelerinde zemin bulabilmesinde  Lenin’in katkısı büyük olmuştur.[1] Lenin’in emperyalizm açılımı ve bağlantılı olarak  tanımladığı eşitsiz gelişme yasası ile ulusal sorun konusunda benimsediği “ulusların  kendi kaderini tayin hakkı” yaklaşımı, Avrupa dışındaki ülkelerde Marksizmin  yayılmasını sağlayan temel düşünsel çerçeveyi sağlamıştır. Ancak Lenin’in  Marksizmin Batı dışında yayılması için yaptığı -en az emperyalizm teorisi kadar  önemli olan- diğer katkı, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki burjuva demokratik  hareketlerle yapılacak taktik ittifaklara olumlu yaklaşmış olmasıdır. Lenin’le olgun Marx arasındaki temel benzerlik, politik mücadele verirken verili tahakküm ilişkilerini  esas alarak siyasal devrimin olanaklarını -her türlü ittifak ilişkisine girmeyi de imkan  dahilinde görmek suretiyle- öncelemek kavrayışında açığa çıkmaktadır.[2] 

Lenin, “dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin” şiarında özetlenen çerçeve  ile Batı’nın işçi sınıfıyla Doğunun ezilen halkları arasında bir mücadele paralelliği  öngören bir yaklaşıma ulaşmıştır. Bu anlamda, Doğuculuğa meyletmemiş, Doğu’da  sömürgeciliğe karşı mücadeleyle veren halklarla, Batı’da iktisadî sömürüye karşı  mücadele veren işçi sınıfının, aslında aynı “düşman”a karşı mücadele verdiği  tespitinden yola çıkarak bütünleşik bir hat örmeye çalışmıştı.  Ne var ki, bu ortak hattın kurulması bir türlü mümkün olmadı. Sömürgeci ülkelerdeki  işçilerin mücadeleleriyle, sömürgeleştirilmiş halkların mücadelelerin ittifakı bir yana,  bu ikincilerinin mücadelesinin, kimi momentlerde sosyalist SSCB’nin dış politikasıyla  dahi çelişmeye başladığı görüldü.  

**** 

Çin Devrimi, tam da bu çelişkinin gün yüzüne çıktığı bir örnek olarak yaşandı.  Kapitalist ve Sosyalist bloğun dışında kalan “yeni sömürge” olarak nitelenen ülkelerin,  bağımsız kalkınma talebinin ideolojik çerçevesi olan ve Üçüncü Dünyacılık olarak  adlandırılan akımın da 1950’lerde ortaya çıkması aynı çelişki tarafından tetiklendi.  Bağımsız kalkınmanın mümkün olmadığı görüşüyle Üçüncü Dünyacı yaklaşımın ilk  çerçevesinden 1960’lar ve 70’lerde kopuşan Bağımlılık Teorisi (Andre Gunder Frank,  Theotonio Dos Santos, Fernando Henrique Cardoso, Enzo Faletto) ve ardından  ortaya çıkan Dünya-Sistemi Teorisi (Immanuel Wallerstein, Samir Amin, Giovvani  Arrighi) kendilerini Avrupa-merkezci modernist görüşün eleştiricileri olarak  konumlandırdılar.  

Bağımlılık okulu mensuplarına göre, Avrupa tarihi yaşanarak bir kere geçilmiştir ve bu  tarih dünyanın geri kalanı için tekrar edilebilir bir nitelik göstermez. Azgelişmişliğin,  önce sömürgecilik ve sonra da yeni sömürgecilik politikalarıyla, kapitalist ülkelerin  gelişiminin bizzat nedeni olduğunu savunan bu yaklaşımların sahipleri, az gelişmiş  ülkelere uluslararası finans kuruluşlarınca vaaz edilen kalkınma söyleminin,  gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kuru sözden ibaret olduğunu öne sürmüşlerdir.  Bu yaklaşım, emperyalist sistemin bir bütün olduğu ve iktisadî gelişme ile az gelişmişliğin aynı madalyonun iki yüzü olduğu düşüncesini temel almıştır. Söz  konusu yaklaşımın üzerine yaslandığı, gelişmiş/az gelişmiş, merkez/çevre,  metropol/uydu vs. ikilikler, ilerleyen dönemde ortaya çıkan post-kolonyalist teori  tarafından, şarkiyatçı ideolojinin yeniden üretimine hizmet ettiği için eleştirilecekti  (Kapoor, 2002: 654). Çünkü, maruz kaldığı tahakküm ilişkisini, bu kavram ikilikleri  üzerinden açıklamaya başlayan sömürge veya eski sömürge ülkesi insanının,  kendisini tanımlarken de “gelişmiş” Batılı veya Kuzeyli insan karşısında “geri” olarak  görmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan, gerek Bağımlılık Teorisi’nde gerekse de  Dünya-Sistemi Teorisi’nde kapitalizmin ideal-tipi olarak yine Batı ülkeleri eksen  alındığı gözlemlenmektedir.  

Tüm sayılan Üçüncü Dünyacı yaklaşımların ortak noktası, az gelişmiş ülkede  yaşanan mağduriyetlerin sorumluluğunu, “dışarıdaki düşman”a (emperyalist ülkelere)  politik açıdan amacını aşan bir biçimde yükleyerek, “içeride”, tarihsel veya  konjonktürel olarak yaşanmakta olan çeşitli düzeylerdeki tahakküm ilişkilerini çoğu  kez önemsizleştirmesi olmuştur. Açık sömürgecilik döneminde, “dış düşman”ın  (emperyalizm) topluyla tüfeğiyle bilfiil “içeri”de olmasından ötürü, sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş hareketleri devrimci bir karakter kazanabilirken; “yeni sömürgecilik”  olarak da tanımlanan, “düşman”ın siyasal ve askeri olarak değil de, tahakkümünü  ağırlıklı olarak iktisadî mekanizmalar aracılığıyla yürüttüğü ülkelerde, Üçüncü  Dünyacılık, kimi istisnalar dışında, genellikle militarist-bürokratik elite ve bağımlılık  ilişkisinden nemalanamayan sermaye kesimine yaslanan milliyetçi karakterde bir  devletlû ideolojiye dönüşmüştür.  

Türkiye’de geçmişte önce Kadro, sonra da Yön çizgisiyle temsil edilmiş bu ideolojik  eğilim, günümüzde de milliyetçi –veya aynı anlama gelmek üzere ulusalcı- sol politik  eğilimlerin bünyesinde varlığını sürdürmektedir.  

*** 

Görüldüğü üzere Doğu-Batı meselesi, Marksizm açısından üzerinden, hem teorik,  hem de ideo-politik ayrımlara yol açan esaslı bir mesele olmuştur. Meselenin teorik  boyutu, tarihsel materyalizmin kavranışına ilişkindir. Tarihsel materyalizmi, kavramsal  bir bütün olarak tarihin gelişim yasalarını, yine kavramsal soyutlama düzeyinde  ortaya koyan bir tarih teorisi olarak tanımlayan yaklaşımla; tarihsel materyalizmi,  somut toplumların tarihsel ilerlemesinin anlamını ve amacını konu ederek, bir tarih  felsefesi olarak tanımlayan yaklaşım arasında, Doğu/Batı meselesine yaklaşımda da  bir farklılığın oluşması kaçınılmazdır. Birinci yaklaşım, ilerleme nosyonunun, an’a  değil süreç’e, parça’ya değil bütün’e dair kavramsal (teorik) bir nitelik olduğunu öne  sürecek ve politikayı verili bir anda ve mekanda açığa çıkan tahakküm ilişkileri  üzerinden tarif edecekken, ikinci yaklaşım, ilerlemenin hem süreç’e hem de an’a,  hem bütün’e hem de parça’ya olgusal düzeyde de niteliğini veren temel anlam ve  amaç olduğunu savunacak ve politikayı tarihin ereksel ilerlemesini eksen alarak tarif  edecektir. Aynı nedenle, birinci yaklaşım, politika yaparken tabi olduğu konjonktürde yaşanan her türden “iç tahakküm ilişkileri” karşısında ezilenlerden yana tutum almayı  öncelikli görürken, buna mukabil, ikinci yaklaşım, “makro tarihsel ilerleme”yi temel  alarak “dış tahakküm ilişkileri”ne doğru çubuğu bükecektir. “Dış tahakküm ilişkileri”ni  temel alan politik çerçevenin çoğu kez komplo teorilerine doğru uç verdiği ve  kaçınılmaz olarak “devletlû” yaklaşımla bütünleştiği, Türkiye örneğinde de, defaatle  görülmüştür.  

1. c) Reel bir tahakküm düzlemi olarak Doğu/Batı ilişkisi

Doğu/Batı ayrımının, Batılı zihniyet tarafından kurgusal olarak üretildiği önermesi ve  Edward Said’in Batının, Doğu üzerindeki tahakkümünün temelinde bu kurgunun  bulunduğunun söylemesi teorik düzeyde oldukça tartışmalı bir yaklaşım olarak  görünmektedir. Çünkü bu yaklaşım, eğer Batı Doğu’yu Şarkiyatçılık temelinde  algılamasaydı, söz konusu tahakküm ilişkisinin hâlihazırda olduğu gibi  kurulmayabileceği varsayımını içine barındırmaktadır. Bu konuyu hemen aşağıda ele  alacağız. Diğer yandan, Edward Said’in bir “Batılı” olarak geliştirdiği kavrayışında  bulunan, Batı’nın Doğu karşısında kurduğu tahakküm ilişkisinin ideolojik çerçevesine  çomak sokma çabasını hafife almak yanlış olacaktır. Teorik düzeyde tarihsel  materyalizmden ve dolayısıyla Marksizmden uzak olan Edward Said’in politik tutum  alışının eleştirel ve solcu olduğu apaçıktır. Said’in teorik kavrayışının eleştirisi, politik  tutumunda açığa çıkan eleştirel tutum teslim edildikten sonra yapılmalıdır. 

Said’in ve bilimum konstruktivist paradigmanın temsilcisinin (Bénédicte Anderson,  Edward P. Thompson vs.) toplumsal gerçekliğin aktörlerin inşa faaliyetlerinin  sonucunda kurulduğunu öne sürdüklerini önceki bölümde ifade etmiştik.  Konstrüktivist yaklaşım esas olarak, düşünce ile fizikî nesne ya da (öznel) temsil ile  (nesnel) olgu “kartezyen düalizmi”nin yarattığı sorunu aşma iddiasıyla ortaya çıkmış  ve toplumsal gerçekliğin bir inşa olduğunu öne süren bir yaklaşımdır. Söz konusu paradigma içinde düşünen kimileri “toplumun” inşasından, kimileri ise “toplum  tarafından” gerçekleştirilen bir inşa sürecinden bahsetmektedir. Çünkü “inşa” kavramı  illâki bir “özne” gerektirmektedir. Eğer toplumun inşa edilmesinden bahsedilecekse,  bu sürecin aktörü “birey” olmakta ve bireyin zihinsel üretimine öncelik verilmektedir.  Bu eğilimin bilindik temsilcilerinden John Searle, “bu kağıt parçası, biz öyle  inandığımız için paradır” derken, birey tarafından gerçekleştirilen zihinsel inşa  sürecinin önceliğini kaçınılmaz olarak vurgular. Yok eğer, sadık bir Durkheimci olan  Mary Douglas gibi, toplumun veya toplumsal kurumların inşa sürecinin öznesi olduğu  söylenecekse, bu kez de bireylerin ve düşüncelerin, toplumsal kurumlar tarafından  üretilmiş olduğu sonucuna varılır. Düşünce ile fizikî nesnenin, ister bireyin, isterse de  toplumsal kurumların aktörlüğünde olsun, inşa yoluyla bütünleştiğini söyleyen  konstrüktivist paradigma, epistemolojik düzeyde “kartezyen düalizmi”nin kısır  döngüsünün içinden bir türlü kurtulmayı başaramaz (De Lara, 1997).  

Annales okulundan tarihçi Le Roy Ladurie, üretilen söylemlerin çeşitli aktörlerin  kolektif temsilleri olarak görünüyor olsalar da gerçekte birer temele sahip olduklarını  ve bunların “basit biçimde insanların onlardan bahsediş biçimine  indirgenemeyeceğini” dile getirirken “inşa” fikrine itiraz eder (Ladurie 1973). Benzeri  biçimde, Althusser de dünyanın düşünce ve fiziki gerçeklik olarak iki ayrı ontolojiden  oluştuğu önermesine karşı çıkar ve düşünce ile varlığın, öznel temsil ile nesnel  gerçekliğin birbirinden ayrılamayacağını ileri sürer. Louis Althusser’e göre her  düşünce ya nesnel gerçekliğe tekabül eder ya da ona gönderme yapar. Tahakküm  ilişkileri alanında ortaya çıkan düşüncelerin kaçınılmaz olarak ideolojik olduğunu  belirten Fransız düşünür, ideolojinin ise bir kurum ya da aygıtın pratiklerinde  varolması anlamında maddi olduğunu dile getirir; aynı biçimde pratiğin de ancak bir  ideolojinin aracılığıyla ve bir ideolojinin içinde varolabileceğini savunur. Özetle Althusser düşünce ile varlığın, öznel temsil ile nesnel gerçekliğin tek bir ontolojiye ait  olduğunu söyler (Althusser, 1994). İktidar ilişkilerinin nasıl ortaya çıktığını değil de  nasıl işlediğini sorusallaştıran Foucault da iktidar ilişkilerinin işleyişi sırasında  söylemsel pratiklerle, belli normlar ve kurallar yani söylemsel olmayan pratikler  üzerinden işleyen iktidar alanını birbiriyle karmaşık ilişkisi içinde ele almak gerektiğini  vurgular (Aktaran Keskin, 1999 : 16). Yine Foucault, iktidar ilişkilerini incelerken,  başkalarının eylemlerine etkide bulunmaya izin veren nesnel farklara (hukukî veya  geleneksel statü ve imtiyaz farklılıkları, mülk ve zenginliğe sahip olma sürecinde  ortaya çıkan iktisadî farklılıklar, üretim süreci içinde işgal edilen yerdeki farklılıklar,  dilsel ve kültürel farklılıklar, hüner ve istidat farklılıkları vs.) esas almak gerektiğine  vurgu yapar.  

Gerek Ladurie, gerek Althusser gerekse de Foucault’dan hareketle söyleyecek  olursak, ortada tahakküm ilişkisini bilinçlerde meşrulaştıran bir söylem varsa, bu  söylemin tekabül ettiği, kurumlarda veya aygıtlarda vücut bulan somut bir tahakküm  ilişkisinin varolduğunu kabul etmek gerekmektedir. Dolayısıyla tahakkümü  meşrulaştıran söylemin tamamen ortadan kalkması, söz konusu tahakküm aygıtları  yaşamaya devam ettiği sürece mümkün olmaz.  

Frantz Fanon’un dile getirdiği ünlü “ilk kurşun” olayı da bu perspektiften bakıldığında  anlam kazanmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Fanon, kölenin sömürgeciye sıktığı ilk  kurşunun, düşmanıyla birlikte kendi köleleştirilmiş benliğini öldürdüğünü söylemişti.  Bir başka deyişle, ilk kurşunun sıkılmasıyla beraber, esasen o güne kadar tahakküm  ilişkisinin taraflarının üzerinden hareket ettiği söylemsel çerçeve de, kolektif temsil  formları da artık geçerliliğini yitirmiş olur. Fanon’un tespiti, düşünce ile fiziki nesnenin  ontolojik düzlemdeki ayrılamazlığını en güçlü biçimde gözler önüne seren  örneklerden birisidir. 

“İlk kurşun” olayı gerçekleşmeden önce tahakküm ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiği  konusunda ise post-kolonyalist teorinin temsilcilerinden Bhabha ve Spivak’ın  aktarımları ön açıcıdır. Bu iki isim, Said’in Şarkiyatçılık söyleminin yalnızca  sömürgecilere ait olduğu yönündeki saptamasına itiraz eder ve sömürgeleştirilenlerin  de muhalefetlerini ve taleplerini aynı söylem içinde kalarak dile getirdiklerine işaret  ederler. Bu itirazı şöyle de okumak mümkündür: “kurşun” ve “kurşun atma” pratiği  ortada yoksa, tahakküm altındaki kesimler egemen söylemin içinde kalarak  stratejilerini geliştirirler. Ama söz konusu stratejik tercih, tahakküm ilişkilerinin çeşitli  düzeylerde mağduru olan tüm kesimlerin bu egemen söylemi tamamen  benimsedikleri anlamına da gelmemektedir. Daha çok, egemen söylem içinde  kalarak pazarlık kapısını açmaya dönük izlenen bir stratejiden bahsedebilmek  mümkündür. Öyleyse, bir söylem karşısındaki pozisyon alışının, pozisyon alan kişinin  elinde bulundurduğu farklı fiziki olanaklarla sınırlandırıldığını, bu anlamda düşünce ile  maddenin birbirinden ayrılamayacağını söyleyebilmek mümkündür.  

*** 

Buraya kadar çizilmeye çalışılan çerçeveden hareketle, a) Batı ile Doğu arasında  nesnel –fiziki- farklılıklar (siyasi, iktisadi ve kültürel düzeyleri olan) olduğundan, b) bu  farklılığın tarihsel süreç içinde nesnel bir tahakküm ilişkisine dönüştüğünden, c) söz  konusu tahakküm ilişkisinin kendisine tekabül eden bir Şarkiyatçı ideolojiye sahip  olduğundan söz edebiliriz. Aynı nedenle, nasıl ki erkek ile kadın arasında olan  tahakküm ilişkisi ortadan kalkmadıkça erkek egemen söylemden nihai olarak  kurtulmak olası değilse, Batı ile Doğu arasındaki tahakküm ilişkisi ortadan  kalkmadıkça, Şarkiyatçı düşünce sisteminden de nihai olarak kurtulmak olası  görünmemektedir. 

Öyleyse tahakküm ilişkisini içinde barındıran her nesnel farklılığın, damgalayıcı ve  aşağılayıcı bir söylemsel ifadeyi zorunlu olarak gerektirdiğini söylemiş oluyoruz. Türk  diline; Alevi, Laz, Kürt, Yahudi, Ermeni, Rum, Sabetay, Arap, Çingene vb. azınlık  toplulukları ile ilgili olduğu gibi, azınlık olmamalarına karşın kadınlar hakkında ve  kadınların gündelik dilinde de başörtülü kadınlar hakkında üretilmiş çok sayıda  aşağılayıcı ve damgalayıcı söylemin yer etmiş olması, tek başına farklılıklarla ilgili  değil, farklı olanların aralarında süre giden tahakküm ilişkilerinden  kaynaklanmaktadır. Bu prosesten solun dili de muaf değildir. Bunu görmek için,  kentsoylu solcuların, köylü veya varoş solcuları hakkında ürettikleri küçümseyici  söylemlere bakmak yeterlidir. Nesnel tahakküm ilişkisi ortada durduğu sürece  tahakkümü meşrulaştıran söylem ya da söylemler de varlığını sürdürecektir. 

Verili bir ülkede yürürlükte olan her türlü tahakküm ilişkisi içinde ezilenin safında  olmayan politik bir tutumun ise; söz konusu ülkenin diğer ülkelerle arasında olan  tahakküm ilişkisine itiraz etmek suretiyle sol politikayı temsil etmesi mümkün  olamamaktadır. Çünkü tahakküm ilişkilerinin somutlandığı aygıt devlettir ve fiziki ve  söylemsel düzeyde devlete karşı konumlanamayan herhangi bir siyasi özne, her ne  kadar devlet dışı bir kurumsallaşmaya sahip olsa da, nesnel olarak “devletlû”  politikanın aurasının içinde hareket etmek zorunda kalmaktadır.  

Türkiye’de yalnızca uluslararası güç mücadeleleri düzlemini eksen alan Doğucu  ve/veya ulusalcı politik eğilimlerin solculuğu temsil edememesinin temel nedeni bu  olarak görülmelidir.  

2. Türkiye Solunda Doğuculuk Eğiliminin Güncel Görünümleri

Türkiye’de güncel Doğucu ideoloji, temel olarak Batı karşıtlığı söylemine  dayanmaktadır. Batı; ABD’yle, AB’yle ve İsrail’le tanımlanmakta ve tümü emperyalizm tanımı içine yerleştirilmektedir. Diğer yandan, ülke içinde tahakküm altında olan  ezilen kesimlerin taleplerinin emperyalizmin güdülemesiyle şekillendiği düşüncesi  Doğucu ideolojinin dayandığı ikinci varsayımıdır. Çünkü ezilen kesimlerin kendi akıl  ve iradeleriyle taleplerini dillendiremeyecekleri önsel olarak kabul edilmektedir.  

Bir kadın dinî inançları gereği baş örtüsü takarak kamusal hizmetlerden olan öğrenim  sürecine dahil olmak istiyorsa, onun Suudî Arabistan-ABD tarafından kışkırtıldığı  düşünülüverir. Çünkü başörtülü kadın, irade yoksunu ve cahildir. Bir Kürt ana dilde  eğitim hakkını talep ediyorsa, mutlaka bu, AB’nin veya ABD’nin Türkiye’yi kimlikler  ekseninde bölmek için izlediği emperyalist politikaların sonucu dillendirilmiş bir talep  ilan edilir. Çünkü Kürt, aşiret etkisi altında ve eğitimsizdir. Bir Ermeni 1915’te bu  ülkede bir dram yaşandı diye ortaya çıkarsa, bu da emperyalizmin bir oyunu  varsayılacaktır. Çünkü Ermeni tarihsel olarak Batılılarla işbirliği içindedir. Bu listeyi  Alevilerle ve diğer ezilen kesimlerle vs. uzatabilmek mümkündür.  

Ezilen kesimlere karşı geliştirilen Şarkiyatçılık mamulü bakış açısı, konu “dış güçler”e  geldiğinde ise birden tersine dönüverir. Bu noktada, “tersinden Şarkiyatçılık” devreye  girer. ABD’nin Irak’taki, İsrail’in Filistin’deki, sömürgeci AB ülkelerinin Afrika’daki  tahakküm politikalarına yüksek sesle itiraz edilir. Batılı ülkelerin tahakküm politikaları,  tarihsel olarak Hıristiyan-Yahudi medeniyetinin geldiği aşamanın tezahürü kabul  edilerek mahkum edilir. Bu yapılırken, Türkiye’de halen yaşamaya devam etmekte  direnen bir avuç Hıristiyan’ın ve Yahudi’nin vay haline… 

Doğucu ideolojinin “solcu” versiyonunun, bu genel çerçeve ile söylem düzeyinde  ayrıştığı kimi noktalar vardır. Solcu versiyonda, ezilen kimliklerin maruz kaldıkları  tahakküm ilişkilerine karşı itirazları ve talepleri, ulus-devlete olduğu kadar sınıfa karşı  da yürütülen bir bölücü faaliyet olarak nitelenir. Yine emperyalizmin Hıristiyan-Yahudi medeniyeti ile ilişkisi kadar kapitalizmle ilişkisine de dikkat çekilir. Ancak açıktır ki, bu  nüanslar yalnızca söylem düzeyinde kalmakta, politik mücadele alanında somut bir  pozisyon alış farkı ortaya çık(a)mamaktadır. Düşmanın dışarıda, “maşaları”nın içeride  olduğu yaklaşımına, aynı söylemle olmasa da eklemlenilmektedir. Yalnızca bu  “maşalar”a karşı takınılacak tutumun şiddeti konusunda, Doğucu ideolojinin sol ve  sağ versiyonları arasında –en azından şimdilik- bir fark gözlemlendiği teslim  edilmelidir.  

Diğer yandan, Doğucu ideolojinin sol versiyonu yukarıda tasvir edilmeye çalışılan  genel saptamalara ayağını basıyor olsa da, solda giderek artan Doğuculuk eğiliminin  farklı tezahürleri bulunmaktadır. Bunlara, teoriye kapalılık olarak Doğuculuk,  Avrasyacı Doğuculuk ve anti-siyonist Doğuculuk başlıkları altında çok kısaca  değinilecektir.  

2. a) Teoriye kapalılık olarak Doğuculuk  

Özellikle sosyalist solda artarak gelişen Doğuculuğun görünümlerinden birisi teoriye  kapalılık olarak ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu durum yalnızca sol içindeki Doğucu  eğilime indirgenebilecek bir tutum değildir. Ancak, söz konusu eğilimin içinde,  Doğuculuk, teoriye ilişkin kapalı duruşun popüler argümanlarından birisi haline  gelmesi nedeniyle değiniyi hak etmektedir.  

Doğucu solun, yeryüzünde teori alanında yürütülen güncel tartışmalara kapısını  kaparken “Batı Marksizmi” olarak tanımladığı bir kategoriye başvurduğu  görülmektedir. İbrahim Horoz’un Teori ve Politika dergisinin 10’uncu yıl  tartışmalarında dile getirdiği şu görüşler, bu yaklaşımın en tipik örneklerinden birisidir:  “Marksizmin Batı’da doğduğu doğrudur, o anlamda Batı gerçekliğini daha çok ele  aldığı (…) doğrudur, ama buradan bakarak Marksizmi Batı aydınlarının tekelinde görmek gerekmiyor. (…) o zaman bizim bakışımızın, Batı Marksizmin alanından,  gerçek anlamda dünyanın geri kalanına, Güney Amerika’ya, Asya’ya, Afrika’ya,  Ortadoğu’ya yönelmesi gerekiyor. ” (Horoz, 2005: 23) 

Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum yazarı Akın Erensoy ise Batı Marksizmi’ne  Horoz’dan daha haşin saldırmaktadır: “Köklerini daha savaş öncesinde bulan ve  özünde Stalinizme karşı bir tepki olarak gelişmesine rağmen Marksizme  bağlanmayarak onun dışına düşen “Batı Marksizmi” ekolü, akademik bir çizgi olarak  kalmıştır. Bu akım, gericilik dönemlerinin o bildik alışkanlığıyla felsefeye dönmüş ve  Marksizmi sözde yeniden inşaya girişmiştir.” (Erensoy, 2004) 

Kuşkusuz Batı Marksizmi diye tanımlanabilecek, ama zannedildiği gibi hiç de  homojen olmayan bir olgunun varlığından bahsedebilmek mümkündür. Genel olarak  20’inci yüzyılın başlarından itibaren tanımlı hale gelen Batı Marksizmi’nin politik  pratiğiyle değil de teorik pratiğiyle anılması da yanlış bir vargı değildir. Ancak tüm bu  saptamalar, Marksizm adına teori alanında yürütülen tartışmanın yegâne merkezinin  Batı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Marksizmin teorik pratiğinin, Batılı ya da  Batı’da ikamet eden Doğulu aydınların tekelinde olduğu tartışma götürmez bir nesnel  olgudur. Buna itiraz etmenin de anlaşılır bir tarafı bulunmamaktadır. Çünkü uzunca  bir dönem için, Kahire neden teori (bilim ve felsefe) üretiminin merkezi idiyse, 19’uncu  yüzyıldan bu yana da Batının teori merkezi olması aynı nedenledir. Tarih boyunca,  toplumsal zenginlik hangi coğrafyada toplanmışsa, teori de hep orada üretilmiştir.  

Bu noktada, Lenin ve Troçki gibi isimlerin kökensel olarak Doğulu olmalarını bu  söylediğimize ters bir argüman olarak sunmanın da bir temeli bulunmamaktadır. Bu  iki isim de teorik pratiklerini hep Batı’yla etkileşim içinde sürdürmüşler, her ikisi de  yaşamlarının bir kısmını Batı’da geçirmişlerdir. Zaten özellikle Lenin’in çağdaşı diğer Marksistler karşısında öne çıkmasını sağlayan etmen, onun teorik pratiği olmamış,  politik pratik içinde bir Doğulu –bir Rusyalı- gibi düşünmesi ve eylemesi olmuştur.  Kuşkusuz buradan yola çıkarak, Doğu’da ikamet eden bir kimsenin teori  üretemeyeceği sonucu çıkarılmamalıdır. Ancak, örneğin Latin Amerika kökenli  Bağımlılık Okulu mensupları veya Türkiye’de teorik pratik yapmaya uğraşan Hikmet  Kıvılcımlı gibi isimlerin hepsi de en az bir Batı dilini iyi bilen ve orada gerçekleştirilen,  Marksist olsun olmasın, güncel teorik çalışmaları yakından takip edebilen kişilerdir.  Çünkü teorik yani bilimsel ve/veya felsefi üretim, ancak başka teorik üretimlerle ilişki  ve etkileşim içinde olarak geliştirilebilir.  

İşte tam da bu nedenle, teori alanında, dar anlamda Batı Marksizmi’ne geniş  anlamda ise Batı’da üretilen tüm felsefi-bilimsel çalışmalara kapıları kapatmak, genel  olarak da teoriye kapıları kapatmak anlamına gelmektedir. 

2. b) Sol harekette Avrasyacılık eğilimi  

İki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra Orta Asya’nın kapitalist pazarlara  açılmasıyla yeniden gün yüzüne çıkan bir ideoloji olan Avrasyacılıkla ilişkilenmek  isteyen sol, bunu yaparken Sultan Galiyev’in fikirlerini ve 1920 Bakü Doğu Halkları  Kongresi’ni referans noktaları olarak belirlemektedir. Bu eğilimin son dönemdeki  savunucularından olan Bülent Parmaksız, Bakü-Ceyhan Hattı’nın faaliyete  girmesinin, Türkiye’nin Türk-Müslüman dünyayla Enver Paşa’dan bu yana kopmuş  olan politika yapma sahasını sol hareket açısından yeniden imkânlı hale getireceğini  iddia etmektedir (Parmaksız, 2005: 55). 

Aynı görüşün önemli sözcülerinden olan H. Basri Gürses ise aynı konuda şunları  söylemektedir: “… TKP’nin Bakü kurultayının kucakladığı coğrafya bu coğrafyadır. Bu  coğrafyada Doğu halklarının birliğini, kardeşliğini, emperyalist istilaya karşı direnişini örgütleme misyonuna, görevine soyunmuş bir komünist hareket, bu ihtiyaca yanıt  verebildiği oranda yeniden dirilir (Gürses, 2005: 122). 

Sol hareketteki Avrasyacı eğilim, Türk-Müslüman bir coğrafyada siyaset yapacak bir  solun, hâlihazırda yaşamakta olduğu “kimlik bunalımı”nı da aşma şansına sahip  olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede, bir sonraki bölümde ele alacağımız Orta Doğu odaklı anti-siyonist Doğuculuk eğiliminden farklı olarak, Avrasyacılık Orta Asya’yı ve bu bölgedeki Türk-Müslüman toplumları ön plana çıkarmaya  çalışmaktadır. Hedef ise bir Doğu halkları enternasyonali oluşturmaktır. Söz konusu  eğilim, AB’ye ve Türkiye’deki AB’ci sol eğilimlere karşı tutum geliştirmekte, aynı  nedenle, AB eksenli demokratikleşme süreçlerine destek veren Kürt Hareketiyle de  arasına mesafe çizme yönelimini taşımaktadır. 

Sol hareketteki Avrasyacı eğilimin temel açmazlarından birisi, sanki ülke içinde politik  bir kudrete sahipmiş gibi düşünerek bir enternasyonal kurma hedefini önüne  koyması, dahası bu enternasyonali kurduktan sonra ülke içindeki kudretini artıracağı  varsayımına dayanmasıdır.  

İkinci ve daha önemli olan açmaz ise Türkiye’deki ezilen kesimlerin hâlihazırdaki  sıkıntılarından bir an önce kurtulabilme beklentisiyle -ve somut başka bir alternatif  görmediği için- destek verdiği AB eksenli demokratikleşme sürecine mesafeli  durması, dolayısıyla da ezilen kesimlerle arasına mesafe koymasıdır. Hâl böyle  olunca, gözünü içerideki tahakküm ilişkilerinden uzaklara -Orta Asya’ya- çevirmek  dışında bir alternatif kalmamaktadır.  

Bu yaklaşımın, soğuk savaş döneminde “sosyalist anavatan”ı koruma güdüsüyle  izlenen “dış politika” belirlenimli siyaset tarzının izlerini taşıdığını söylemek yanlış  olmayacaktır. İki kutuplu dünya ortadan kalkınca, Avrasyacı çizgi kendine yeni bir dünyasal kutup yaratarak oluşan boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Avrasyacı sol,  ülke içinde hangi siyasal çizgiyi tutturacağına karar vermeden veya belirlediği çizgi  doğrultusunda sonuç almadan, uluslararası kutuplaşmalar içinde pozisyonunu tespit  etmeyi öncelemekte, sanki bir devlet politikası oluşturma çabasındaymış gibi hareket  etmektedir. Benzeri bir eğilimi, anti-siyonist Ortadoğucu eğilimde de görebilmek  mümkündür.  

2. c) Anti-siyonist Ortadoğuculuk eğilimi  

Türkiye solunun Orta Doğu ile somut ilişkilenmesinin tarihi 1960’ların sonlarına  dayanmaktadır. Sol hareket içinde silahlı mücadeleyi başlatma kararı alan gençlik  hareketi önderlerinin önemli bir kesimi değişen sürelerde askerî eğitim amaçlı olarak  Filistin’de bulunmuştur. FKÖ saflarında İsrail’e karşı savaşan Türkiyeli devrimci sayısı  da az değildir. Mahir Çayan ve arkadaşlarının İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u  kaçırarak öldürmesi, bu işbirliğinin en somut göstergelerinden birisi olarak  bilinmektedir. Ancak anti-siyonist Ortadoğucu eğilimin, bir ana politika ekseni olarak  sol içinde belirginlik kazanması, sol güçlerin bölgede fiilen bulunduğu 70’lerde değil,  bölgede artık bulunmadığı 1990 sonrası döneme rastlamaktadır. Dikkat çekici olan  bu durumun irdelenmesi gerekmektedir. 

Politik pratik içindeyken “iç tahakküm ilişkileri”ni esas alan bir özne her zaman  ezilenlerin yanında yer alır. “Dış tahakküm ilişkileri”ni esas alma çabası ise  kaçınılmaz olarak birtakım dış düşmanlar belirlemeyi getirir. Bu belirlenen dış  düşman ne kadar uzaktaysa, o kadar sanal bir karakter kazanır. Giderek bir şeytan  tasvirine dönüşür. Irkçı ve faşist siyasal hareketlerin, kitle tabanı yaratmak için hep  dışarıdaki, temas mesafesinde olmayan düşmana işaret etmesi de bunun çok risksiz  ve kolay olmasındandır. Avrupa kentlerinde yabancı kökenli/göçmen düşmanlığı  üzerinden yükselen aşırı milliyetçi akımların daha fazla güç kazandığı bölgelerin, en az göç alan, dolayısıyla göçmenle temasın en az düzeyde bölgeler olması da bir  başka göstergedir. Doğrudan temasın olmaması şeytan imgesini güçlendirmeyi  kolaylaştırdığı gibi, şeytanla özdeşleştirilen küçük azınlık topluluklarının hedef haline  getirilmesini de kolaylaştırır.  

Türkiye solunda da, İsrail devletiyle doğrudan temas zemininden uzaklaşıldıkça  İsrail’in şeytanlaştırılması eğilimi güçlenmiştir. Popüler milliyetçi söylemle[3] de yan  yana gelme sonucunu doğuran bu eğilim, Türkiye’de yeteri sayıda “siyonist Yahudi”  bulamayınca, Yalçın Küçük öncülüğünde kripto Yahudi tespit ve ifşa etme  çalışmasına girişmek zorunda kalmıştır.  

Söz konusu eğilim, görüşlerini Marksizmle ilişkilendirme sorununu da, genç Marx’ın  henüz Aydınlanmacı ve Hegelci felsefenin dahilindeyken kaleme aldığı “Yahudi  Sorunu”nu başucu kitabı haline getirerek çözmüştür. Bu eğilimin en çok üreten  isimlerinden olan Orhan Gökdemir’in Aydınlanma Tarikatı isimli kitabını  sonlandırırken, Marx’ın Yahudi Sorunu çalışmasından şu pasajı aktarması  düşündürücüdür: “Nedir Yahudinin bugünkü dünyamızdaki temeli? Pratik ihtiyaçlar,  bencil çıkarlar. Nedir Yahudinin bu dünyadaki ibadeti? Bezirganlık. Nedir Yahudinin  bu dünyadaki Tanrı’sı? Para”. Gökdemir son cümlesini şöyle bağlar: “Şimdi  bezirganlıktan ve paradan kurtulmak istiyoruz; Ve zamanımızın kurtuluşu, Marks’ın  da dediği gibi “Yahudiden kurtuluş” olacaktır” (Gökdemir, 2003: 222). Orhan Gökdemir, bunları söylemeden önce de, Hikmet Kıvılcımlı’nın “tefeci  bezirgânlık” kavramını ödünç almaktadır. Kapitalizmi, bir üretim tarzı olarak bütün  olarak değerlendirmek yerine, sanayi sermayesi (üretim) ile malî sermaye (para) arasında bir ayrım koymakta ve sanayi sermayesini “ilerici”, tefeci-bezirgânlığı “gerici”  addetmektedir. Daha doğru bir deyişle, tefeci-bezirgânlığın günümüz ekonomisinde  belirleyici konuma geldiğini ve bu tüccar sermayenin tarihsel olarak Yahudilerce  yönetilmesi varsayımından yola çıkarak da Yahudilerden kurtulmanın, kapitalizmden  kurtulmak anlamına geleceğini savunmaktadır. Bu yaklaşımın, anti-semitik olması bir  yana, tarihsel materyalizmle bağdaşmadığı açıktır. Çünkü Gökdemir’in yaklaşımı,  tarihi açıklarken üretici güçlerin gelişiminin üretim ilişkilerini belirlediği yaklaşımını  merkeze koymamakta ve kapitalizmi bütünsel bir üretim tarzı olarak  kavrayamamaktadır. Dahası altyapının belirleyiciliğini görmemekte, tarihî bir takım  öznelerin geleneklerinden, göreneklerinden, etik anlayışlarından, ideolojilerinden  hareketle açıklamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, en az Max Weber’in, kapitalizmin  öncelikle Batı’da gelişmesini Protestan etiğine bağlaması kadar felsefî düzlemde  idealist bir konum alışa denk düşmektedir. Ne düşünce maddeden, ne de para üretim  sürecinden ayrı olarak kavranabilir. Orhan Gökdemir, aynı idealist tutumu,  Türkçülüğün doğuşuna ilişkin kaleme aldığı makalede de sergilemektedir.  Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Giriş başlıklı çalışmasında da, Leon  Cahun, Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudilerin yanı sıra, Rus zulmünden  kaçarak Osmanlı’ya sığınmış olan Macar, Polonyalı vs. kişilerin, Türkçülüğün  şekillenmesindeki rollerine vurgu yaparak, bir ulus-devlet olarak Türkiye’nin  kurulmasındaki “dış güç” ve özellikle de Yahudi etkisini ispat etmeye çalışmaktadır  (Gökdemir, 2005). Burada soru şudur: Marksist olma iddiasındaki bir kişi, neden  Türkçülüğün somut pratikleri üzerine değil de, Türkçülerin “ırksal”, “dini” vb.  kökenlerini ifşa etme çabası üzerine yoğunlaşır? Bu sorunun muhtemel yanıtları  şunlardır: a) söz konusu kişinin Marksist olma iddiası geçersizdir, b) Türkçülerin ipliklerini pazara çıkartmak niyetini taşımaktadır, c) bir büyük komplonun tarihsel  verilerini toplama arayışındadır.  

Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve Orhan Gökdemir’in çalışmalarındaki gibi “ırk” temelli  bir ifşa yaklaşımını paylaşmıyor olsa da, Suat Parlar’ın Ortadoğu – Vaadedilmiş  Topraklar isimli çalışması da bu eğilime ait güçlü öğeler barındırmaktadır (Parlar, 2002). Örneğin kitabın Ortadoğu’da Dini ve Etnik Renkler başlıklı bölümünde,  Sünnîlerden Şiîlere, Zeydîlerden Umman İbadîlerine kadar çok çeşitli Müslüman  topluluklara, her türlü Hristiyan mezhebe yer verilirken bölgede yaşayan Yahudi  topluluklarla ilgili herhangi bir malûmat sunulmaması akla gelen ilk örnektir. Ancak  kitaptaki daha çarpıcı eksiklik, Filistin’deki direniş hareketine özel ve geniş bir yer  ayrılmasına, İsrail’in bölgedeki pozisyonu ve ABD’nin bölge üzerine geliştirdiği planlar  geniş olarak incelenmesine karşın, belki de Orta Doğu’nun en örgütlü  dinamiklerinden olan, farklı ülke sınırları içinde şekillenmiş birçok politik grubu da  içeren Kürt hareketlerine hiç yer verilmemiş olmasıdır. Bu eksikliği ancak, kitabın ana  temasını oluşturan “emperyalizm”in “böl-yönet” planlarıyla Kürtlerin durumunu izah  etmekten kaçınmakla açıklayabilmek mümkündür. Marksist olma iddiasındaki bir  kişinin, sosyalizmle yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir takım gerici ulus-devletlerin  birliğini ve bütünlüğünü bu denli dert etmesi ise ayrıca düşündürücüdür.  

Görüldüğü üzere, anti-siyonist Ortadoğuculuk olan ortaya çıkan sol eğilimin, İsrail’in  uyguladığı zulme karşı Filistin halkıyla dayanışma içinde olmanın ötesine uzanan  düşünsel ve politik boyutları vardır. Bu düşünsel ve politik çerçeve, söz konusu  eğilimin Türkiye’de ezilenlerden yana somut tutum alabilmesini  imkânsızlaştırmaktadır.

Sonuç olarak ya da Doğulu bir sol politika mümkün mü?

Türkiye bir Doğu ülkesidir. Bu, yazının başında aktardığım anekdotta kendisinden  bahsetmiş olduğum Eric Aragon öyle düşündüğü için değil, nesnel bir gerçeklik  olduğu için böyledir. Ancak Türkiye’nin Doğulu olması, Doğuculuk yapmayı  gerektirmez. Tıpkı Batıcılık yapmanın gerekli olmaması gibi. Solun ideoloji alanında ihtiyacı olan doğru yönelim, “yerel” olmak, “otantik” olmaktır.  “Yerel” veya “otantik” olunduğunda, Türkiye ne kadar Doğulu ise o kadar Doğulu, ne  kadar Batılıysa o kadar Batılı olmak mümkün hale gelecektir. Solun yerelleşmesi,  Türkiye ne kadar Sünnî ise o kadar Sünnî, ne kadar Alevî ise o kadar Alevî, ne kadar  Hristiyan ise o kadar Hristiyan, ne kadar Yahudi ise o kadar Yahudi olmayı  başarmaktır. Tam da aynı nedenle, Avrasya’dan veya Orta Doğu’dan “kimlik” ithal  etme çabası beyhudedir.  

Solun teori alanında ihtiyacı olan doğru yönelim “evrensel” olana temas etmek,  onunla etkileşim içinde olmaktır. Bilimde ve felsefede üretilen tüm yeni bilgileri, hangi  coğrafyada üretiliyorsa üretilsin, izlemek ve teoriyi sürekli yenileme çabası içinde  olmak, solun hâlihazırda içinde bulunduğu teorik kuraklıktan çıkmasını sağlayacak  yegâne yöntemdir.  

Solun politik pratikte ihtiyacı olan doğru yönelim ise “ezilenden” yana tutum almayı  ilke haline getirmektir. Bu yönelim, bir yandan İsrail karşısında Filistin halkının  mücadelesine destek olmak, ama aynı zamanda yükselme ihtimali olan anti-semitik  saldırılara karşı Türkiye’de yaşayan Yahudi toplumunun kılına zarar gelmesine izin  vermemektir. Bu yönelim, bir yandan Sünnî kadınların baş örtüsüyle okuma hakkının  gasp edilmesine karşı çıkmak, ama bir yandan da Alevî inancının Sünnî inancı  karşısında ezilmesine izin vermemektir. Bu yönelim, bir yandan Türkiye’de yaşayan Kürtlerin demokratik taleplerine destek vermek, diğer yandan (eğer gerçekten  oluyorsa) Kerkük’te Türkmenlerin ezilmesine karşı çıkmaktır. Çünkü Batı-Doğu  ilişkisi, bir tahakküm, bir ezen-ezilen ilişkisidir. Doğulu olmak, metaforik olarak şartsız  ve koşulsuz olarak ezilenden yana olmayı gerektirir.  

Kaynakça 

  • ANDERSON, Kevin (2002) “Marx’s Late Writings on Non-Western and Pre-Capitalist  Societies and Gender”, Rethinking Marxism, n° 14:4, s. 84-96 
  • BUDGEN, Sebastian (2003) “Notes critiques sur l’article d’Olivier Le Cour  Grandmaison”, Contre-temps, n°8, pp 185-189 
  • CORCUFF, Philippe (2002) Les nouvelles sociologies, Ed. Nathan, 2. Baskı, 126 s. 
  • DE LARA, Philippe (1997) “Un mirage sociologique – La « construction sociale de la  réalité »”, Le Débat, no 97, s. 114-129 
  • ERENSOY, Akın (2004) “Devrimci Marksist Teorinin Yeniden Üretimi /2”, Marksist  Tutum, http://www.marksist.com/akin_erensoy/devrimci_marksist_teorinin_yeniden_uretimi_2.htm 
  • FANON, Frantz (1968) Les damnés de la terre, Librairie François Maspéro, Paris,  233 s. 
  • GÖKDEMİR, Orhan (2003) Aydınlanma Tarikatı, Çiviyazıları, İstanbul, 238 s. 
  • GÖKDEMİR, Orhan (2005) “Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Giriş”, Fabrika, n° 4, Aralık, s. 3-23 
  • GRANDMAISON, Olivier Le Cour (2003) “Le colonialisme au service de « l’Histoire »  universelle”, Contre-temps, n°8, s. 174-184 
  • GÜRSES, Hasan Basri (2005) “TKP, I. Doğu halkları kurultayı, komintern…”, Bilinç ve  Eylem, no 4, s. 102-122 
  • HILL, Michael (2000) “’Asian Values’ as reverse Orientalism: Singapore”, Asia Pacific  Viewpoint, V. 41, no 2, s. 177-190 
  • İSMAİL, Tarık (2006) Arap Dünyasında Komünist hareket, Kapı Yayınları, çev. Kemal  Sarısözen, İstanbul, 339 s. 
  • KAPOOR, Ilan (2002) “Capitalism, culture, agency: dependency versus postcolonial  theory”, Third World Quarterly, n° 23:4, s. 647–664 
  • KESKİN, Ferda (1999) “Söylem, Arkeoloji ve İktidar”, Doğu Batı, n° 9, s. 15-39  LADURIE, E. Le Roy (1977) Le territoire de l’historien, Gallimard, Paris, 544 s. 
  • MARX, Karl ve ENGELS, Friedrich (1982) Collected Works – Volume 18, International  Publishers, New York, 680 s.  
  • MEMMİ, Albert (1996) Sömürgeci ve Sömürgeleştirilen İnsan, Öteki Yayınevi,çev.  Salih Ak, Ankara, 136 s. 
  • PARLAR, Suat (2002) Ortadoğu – Vaadedilmiş Topraklar, Yar Yayınları, İstanbul,  444 s. 
  • PARMAKSIZ, Bülent (2005) “Bakü-Ceyhan’ı bir başka biçimde okumak: Enver Paşa,  S. Galiyev, M. Suphi”, Bilinç ve Eylem, no 4, s. 55-69 
  • SAİD, Edward W. (2003) Şarkiyatçılık – Batı’nın Şark Anlayışları, Metis Yayınları, 3.  Baskı, çev. Berna Ülner, İstanbul, 412 s. 

[1] Kuşkusuz, Lenin Marx’ın olgunluk döneminde Avrupa dışı toplumlar üzerine kaleme aldığı revize edilmiş  görüşlerin tümünü bilmediği açıktır. Öyle ki, örneğin Marx’ın Rus toprak düzenine ilişkin Vera Zasuliç’e yazdığı  meşhur mektubun ancak 1924’te yayınlandığı bilinmektedir.

[2] Tam da bu nedenle, Gramsci’nin Ekim Devrimi’ni Kapital’e karşı devrim olarak nitelemesi isabetli bir tespit  olarak görünmemektedir. Çünkü söz konusu dönemde, kırsal komünden doğrudan komünizme geçişin mümkün  olabilirliğini tartışma konusu yapan bir Marx’ın, ağırlıkla kent merkezli olarak gerçekleşen Ekim Devrimi’ne en  ufak bir itirazının olması düşünülemez.

[3] Futbol tribünlerinde polisin taşkınlık yapan seyirciye saldırmasından sonra atılan “Burası Türkiye, İsrail değil”  sloganı popüler milliyetçi söylemde İsrail düşmanlığının ne denli benimsendiğini gözler önüne sermektedir.  Dahası “Yahudi Komplosu” içerikli kitapların, hem de hiç kitapsever olmayan Türkiye toplumunda bestseller  hâline gelmesi başka türlü izah edilemez. 

Kaynak: Doğudan Dergisi, 2007, https://www.academia.edu/41462734