Spinoza’da dil & dilde Spinoza

Spinoza metinlerin gramatik yapısı, kendi hallerine bırakıldığında veya içerikten azade değerlendirildiğinde sınırlılayıcıdır. Geometrik yöntem ve ulaşılan sonuçlar öylesine keskin; aksiyomlar, tanıtlamalar, önermeler ve notlar öylesine tutarlı yan yana dizilmiştir ki, o binanın içinden bir tuğla çekilse tüm yapı çöküverecek gibi durur. En azından Spinoza’nın iddiası bu yöndedir. Tutarlı olmak ve ulaştığı sonuçların hakikatle uyumluluğu; yönteminden, çıkış noktasından ve konuyu işleyiş tarzından daha ön plandadır.

“Tanrı-doğa, her biri ezeli-ebedi ve sınırsız özünü ifade eden sonsuz sıfatlardan ibaret olan töz, zorunlu olarak vardır.”[1] Bedene dayalı alanda da aynı gramatik yapı devam eder. “Etkin hallerimiz, yani insanın kendi gücü ve aklı dahilindeki arzular her zaman iyidir.”[2] Yukarıdaki cümleler gibi diğer birçok  sözün doğruluğu, Spinoza’nın eserinin değeri noktasında ön plandadır. Yapıtının tüm dilinden anlaşılıyor ki hedef, arada boşluğa mahal vermeksizin mutlak hakikattir. Spinoza’da hakikat matematikseldir. Ethica’da önerme sonlarında yer alan Q.E.D, Quad Erad Demostrandum tamlamasının kısaltmasıdır. Felsefi bir önermenin matematiksel kanıtı anlamına gelir.

Bu çalışmada, Spinoza’nın matematiksel kanıtlarla örülü fesefi düşünce sistematiği içinde beden-zihin problemi odaklı olarak materyalist bir dil teorisinin imkanlılığı sorgulanmaktadır.

Spinoza’nın Zamanı

Spinoza düalizm problemi içinde gelişmiştir. Descartes’ın insanı “düşünen töz” ve “maddi töz”den oluşan bir varlık olarak tanımlaması ve ikisinin birbirine indirgenemezliğini vurgulaması kartezyenizm olarak adlandırılmıştır. Düalizm, özne/zihin ile nesne/bedenin özdeş olmadığı, birbirinden bağımsız varoluşa sahip oldukları şeklinde ifade edilebilir. Parmenides’ten beri süregeen tekçi anlayış ise felsefe tarihinde düalizm ile gerilim içerisindedir.

Spinoza, tanımı gereği tek olan Töz’ü Tanrı olarak belirtir ve kartezyenizmin karşısına tekçi olarak dikilir. Bununla da yetinmeyerek, bilgi ile gerçeğin özdeşliğini kabul etmez ve aralarına kategorik engel koyarak özgün bir materyalist cephenin kapısını aralar.

Spinoza, yaşadığı dönemde pek bir üne kavuşamamış, yazdıklarını yayımlatamamış, Yahudi cemaatinden kovulmuş ve genç yaşta bir mercek dükkânında hayatı sonlanmıştır. Kant ve Descartes ile kıyaslandığında ve çilekeş yaşam öyküsü dikkate alındığında eserlerinin hacmi yetersiz ve dar bir çerçeveye hapsolmuş gibi bile görünebilir.

Spinoza, farklı okumalara esin kaynağı olsa da çağının temel kabulleri(varlık-düşünce, zihin-beden vs) ekseninden hareket etmiştir. Descartes ve Kartezyenizme yine kendi çağının ampirik verileriyle karşı durabilmiştir. Yöntem denecektir, yöntemi yakın çağa ait değildir! Spinoza’nın yöntemi ve sonucu kuraldışıdır. Spinozacı ayrımların ve kavramsallaştırmaların sürdürülemeyip düalizmin ve düalist idealizmin felsefede, materyalizmin ise bilimde kök salması Spinoza ve çağdaşlarının değil, ardıllarının ve bizim çağdaşlarımızın içine düştüğü, içinde doğduğu veya kendi öz-bilinciyle yarattığı bir kargaşadır.

Çok Yerli ve Çok Zamanlı Spinoza

Spinoza’yı bugünlere taşıyan önermelerinin, aksiyomlarının ve notlarının “saf” hali değildir. Eserinin içinde gömülü olan gizdir, temel kabuller ve inceleme keskinliğidir. Söz gelimi “Ama bu hiçbir yerde görülmemiştir ve neticede, kadının doğal olarak erkeğin eşiti olmadığı ve de iki cinsin birlikte hüküm sürmesinin mümkün olmadığı ileri sürülebilir. (…) Barış için büyük zarar yaratmadan kadınlarla erkeklerin eşit hükümranlığının tesis edilemeyeceği hiç zorluk çekmeden görülecektir.”[3] diyen Spinoza, bugün feminist teoriler için önemli bir kaynak olabilmektedir. İnsanın zorunlu bir ilke olarak bağlı bulunduğu, varoluşunu sürdürme çabası yani “conatus”, bir kez kadın ve erkek için eşit derecede türetildiğinde -aksi bugün mümkün değildir- Aydınlanma düşüncesinin sınırlarını da alt üst eden zorunlu bir kadın özgürleşmesi belirivermektedir.

Sıradan Tractatus Politicus(TP) ve Tractatus Theologico-Politicus(TTP) okumasında, Spinoza bir düzen tesis edici, kurucu, uyumlu ve devletçi görünür.  “Bir insan olduğumu ve bir insan olarak yanlış yapmaya eğilimli olduğumu biliyorum ama hayata karşı titizlikle dikkat gösterdim ve ülkemin yasalarına, bağlılık ve ahlaka tamamen uygun olması için çabaladım.”[4] diye yazmıştır. Ancak Negri gözüyle bakıldığında bu eserlerde[5] toplumsal sözleşme anlayışının dayattığı yabancılaşma yoktur. Çokluğun doğrudan demokratik kuruculuğu fikri vardır. İki temelde Spinoza vardır Negri’ye göre. Erken dönem çalışmalarından Etik’in ikinci bölümüne dek uzanan Platoncu idealizmle uyumlu birinci temel ve TP ile TTP’de ise praksisin eklenti ve artçı bir etki olarak var olabildiği alandan çıkılıp praksisin varlığı inşa ettiği ikinci temel. “Spinoza’nın politik düşüncesi gerçek bir Kopernik Devrimi’ne dahildir. Multitudo sonsuzluktur; onun gücü, sürekli bir harekettir; bir bütünlük kuran ama bu bütünlüğün içinde ancak bir geçişin edimselliği olarak tanımlanan sonsuz bir harekettir.”[6]

Yine yirminci yüzyıl başlarında Spinoza liberalizmin babası olarak lanse edilmiş, sonraları özgürlüğün oluş kuramcısı olarak değerlendirilmiştir. Halen anarşist ve materyalist teoriler içinde, siyaset felsefesinde sayısız çoğunlukta Spinoza yorumları mevcut.

Bu üzeri örtülü hazinede dil ile ilgili bir şey var mıdır? Doğrudan sözcük, kelime ve dil ile ilgili çıkarımlar Spinoza’da iki üç paragrafı geçmiyorken bu çaba beyhude midir? Nasıl ki kadını aşağı  cinsiyet sayan Spinoza’nın kaleminden feminizm; Flemenk cumhuriyetinin krallarına bağlılık yemininden çokluk teorileri türetilebiliyorsa Spinoza’da dil ile ilgili gömülü bir kaynak da olmalıdır.

Dil Felsefesinin Özgül Alanı

Zihin felsefesi ile ilişkili bir dil felsefesi, daha doğrusu felsefenin psikonöral verileri gözeterek dil ile doğrudan ilgilenmesi on dokuzuncu yüzyıla rastlar. Ortaçağ’da nominalizm, Yeniçağ’da ise Descartes, Leibniz, Locke ve Condillac’ın dile ilişkin görüşlerini doğrudan dil felsefesi içerisine almak imkânsızdır. Bu filozoflar kendi sistemlerini kurarlarken dili kah bir gösterge, kah içe konuşma, kah düşüncenin dışa vurumu olarak nitelemişlerdir. Temel amaç dil-düşünce ilişkisini sorgulamak değil, zihin, beden, varlık ve varoluş problemleri çerçevesinde dilin konumundan faydalanmak olagelmiştir. Dilin ne’liği ise Sofistlere ve Platon’a kadar uzanır. Bir dil teorisinin varlığından Augustinus’ta, Occhamlı William’da ve Rousseu’da bahsedilebilir.

Dilin doğrudan bir felsefe konusu haline gelmesi “mantıkçı pozitivizm” ve Frege ile Russel sayesinde olmuştur. Bahsettiğimiz zaman dilimi tam da dilin nörobiyolojik olarak da incelendiği evreye denk düşmektedir. Dilin kökeninden, gelişiminden veya dil ailelerinin gramatikal analizinden ziyade; dilin hangi nöral süreçlerle oluştuğu, dilin bilinç ve düşünce ile ilişkisi ve hastalıklarda dilin hangi ögesinin nasıl bozulduğu modern yöntemlerle incelenmeye başlamıştır.

Zihin felsefesinin zaten uğraşmakta olduğu ve bilimsel gelişmelerden yer yer etkilendiği konular ve ayrım noktaları dil için de geçerli hale gelmiştir. Dil felsefesi, içerik ve yöntemsel olarak zihin felsefesinin sanki kötü bir kopyası gibi doğmuştur.

Spinoza’da dilden bahsedilmez; ancak zihin felsefesi açısından idealist ve materyalist teorinin atıf yapabileceği, tekabüliyet noktaları keşfedebileceği bolca malzeme vardır. Bilim ve felsefe; düşünce(zihin) ile dil arasındaki bağlantıları kendi bildiğince soruştururken zihin felsefesi için vazgeçilmez olan Spinoza’da dil nerede yer almaktadır? Materyalist bir dil teorisi Spinoza’ya atıfla kurulabilir mi?

Bir nörobilim bakış açısıyla başlayalım.

“Afazik hastalar, düşünceyi oluşturan verbal olmayan imgeleri, dili oluşturan sembollere ve gramatik ilişkilere doğru biçimde çeviremezler. Çoğu afazi durumunda tersine süreç de hasarlıdır, bir sözcük ya da cümle işitildiğinde hasta, dilin ardında yatan anlama karşılık gelen verbal olmayan imgeleri kuramaz. (…)[7] Afazinin bir düşünce süreçlerindeki bir bozukluğun sonucu olmaması da daha az önemli değildir ve gerçekte şizofrenik hastaların salim dilsel aygıtları, altta yatan bozulmuş düşünce süreçlerini bütün açıklığıyla ortaya koyar.”[8]

Konuşma bozukluğu olan hastalarla dil şebekelerinin sorgulandığı bir nörobilim metninde düşünce ve dil birbirinden böylesine ayrı tutuluyor. Dil, zihinsel temsilleri ifade etmek için kullanılan kavram, işaretler ve sözcükler düzeyine indirgeniyor. Düşünce ise bir anlama yetisi olarak değerlendiriliyor. Sağlıklı insanda düşünce ve dil arasındaki bağlantılar Broca, Wernicke, Sol temporal sol prefrontal/premotor ve bazal gangliyonların domine ettiği birçok subkortikal yol ile sağlanıyorken, damarsal duvar bütünlüğünün bozulması, travma ve tümör gibi sebeplerle zedelendiğinde düşünme ve/veya dil yapısı bozulabiliyor. Demek beynin bir bölgesi zarar gördüğünde dil bozulup da insan düşünmeye devam edebiliyorsa veya tersi mümkünse, dil de verbal olmayan düşünme yetisi de beyinde farklı nöral süreçlere indirgenebilecek mekanizmalarla açıklanabilir. Düşünce ve dil nörobiyolojik şemalara göre birbirinden farklı seyreden maddesel anatomik ve fizyolojik mekanizmalara sahip yapılara indirgenebilir.

Bir felsefeci tarafından kaba belirlenimci ve indirgemeci olarak nitelenebilecek, kolay bir teorik reddiyeye tabi tutulabilecek bu fikirler aslında nörobilimin kendisi tarafından da eleştiriye tabi tutulabilir. Dilin anlaşılması için gereken kilit yapılar arasında dilsel output sayılabilecek sol frontal lob inferior bölgedeki Broca, sol süperior temporal bölgedeki Wernicke ve bu ikisi birleştiren arkuat fasikül sayılabilir.[9] Bu yapılar arasından Broca hasarlandığında konuşma tutuk, seyrek, çabalayarak ve melodik olarak düz olmakta, anlama becerisi ise korunmaktadır. Wernicke alanı hasarlandığında ise konuşma akıcı olmasına rağmen anlama ve tekrarlama becerisi kaybolmaktadır. Yine sol süperior temporal bölge hasarının diğer klinik belirtileri ajitasyon veya aşırı sevinç hali ve paranoid düşüncelerdir.

Yirminci yüzyılın ortalarındaki bu kaba pozitivist indirgemeci bakış açısından ziyade konuşma ve düşünme eyleminin gerçekleşebilmesi için artık beynin neredeyse her anatomik bölgesinin rolünden söz edilmektedir. Konuşmayla en ilintisiz gibi görünen beyincik bölgesinde bile konuşma algısını düzenleyen nöral yapılar olduğu iddia edilmektedir.[10] Tersinden düşünüldüğünde, iki dilli deneklerde beyinde frontal lob, temporal lob ve corpus collosum gibi bölgelerde bir takım histolojik değişikliklerin olduğu gösterilmektedir.[11]

Dil, salt konuşma yetisine indirgenemez. Kaldı ki konuşma becerisi bile birçok farklı anatomik makro devreden ve fizyolojik mikro-devreden meydana gelmektedir. İmgeleme, algı, bellek ve “düşünme” gibi birçok kognitif potansiyelle etkileşmektedir. Zaten ancak bu sayede var olabiliyorsa; “dil” denen nöral süreç de belli bir beyin bölgesine indirgenemez.

“Bu bölgeleri katı biçimde “modüller” veya “merkezler” olarak düşünmediğimizi tekrar vurgulamakta yarar vardır. Yapıları ve çalışma tarzlarının esnek ve öğrenmeyle değişebilir olduğunu düşünüyoruz. (…) Takip eden çalışmaların sonuçları dilsel işlemenin tek başına Broca ve Wernicke alanına bağımlı olmayıp daha çok, birbirleri ile sistemler olarak bağlantılı ve eş zamanlı çalışan birçok nöral alana dayandığını göstermiştir.”[12]

Dil, karmaşık nöral alt yapı gözetildiğinde diğer tüm kognitif potansiyellerle birlikte spontan olarak belirir. Genel bir kognisyon terimi olarak düşünce, bir beyin/beden birliği çıktısı  olarak dil ile birliktedir. Nöral alt yapının tümleyici özelliği nedeniyle birlikte ve bir olmak zorundadır. İşitsel veya görsel olarak bir başka beden tarafından algılanmasıyla, beden içi bir eyleyiş dizgesi oluşturmasıyla ve nöral alt yapıda fenomenolojik süreçlerle birlikte belirip birlikte dışavurumuyla dil çok yerlidir. Epistemolojik ve ontolojik düzlemde materyalistçe sorguya ve edinime tabi tutulmalıdır.

Spinoza, dilin ve diğer kognitif potansiyellerin nöral alt yapısını bilmiyordu. Spinoza kendine özgü ayrımlarını Tanrı(Töz-Sıfat), insan zihni, duygular, duyguların kuvveti ve akıl kudreti üzerine kurmuştu. Aslında onun eserinde materyalizmin epistemoloji ve ontoloji olarak ayrımlı hali de yoktur. Birinci kitap ile ikinci kitap arasındaki fark ontoloji-epistemoloji kırılması olarak ifade edilebilirse de, eserde kümülatif olarak açıkça görülen materyalizmin ayrımlı halini doğrudan takip etmek zordur. Her iki düzlemde de materyalizm Spinoza eserinden hareketle dolaylı olarak savunulabilir.[13] Ontolojik ve epistemolojik materyalizm ayrımı Spinoza’da doğrudan değil de gömülü olarak var olabildiği gibi dilin epistemolojisi ve ontolojisi de Spinoza’da doğrudan değil gömülü olarak vardır.

Ontolojik Düzlemde Dil

Spinoza’nın ontolojisi monisttir. Mutlak anlamda sonsuz olan, bölünemeyen, sonsuz sıfatlardan ibaret, sonsuz aklın ufkuna dahil olabilen her varlığın etkin nedeni olarak tözü gösterir. Töz, Tanrı ve doğadır. Tanrı ve doğa bir ve aynı şeylerdir. “Tanrı kimsenin zorlamasıyla değil, sadece kendi doğasının yasalarına göre etki eder.”[14] Birinci kitapta, monizmden ödün vermeksizin zorunluluk vurgusu hiç eksik olmaz. “(…) tanrısal doğanın zorunluluğundan çıktığını ve bu doğa tarafından var olmaya ve şu ya da bu şekilde bir eyleme belirlendiğini kanıtladığımız tüm öteki şeylerin ilişkisi gibi.”[15]

Spinoza’nın ontolojik tekçiliğinde, maddeye sonuna kadar açık bir kapı vardır. Madde öncesiz-sonrasızdır, sonsuz özü anlatan sonsuz yüklemlerden ibarettir. Var olan her şey maddededir ve madde olmaksızın hiçbir şey var olamaz ve kavranamaz. Spinoza’nın Tanrısı, ontolojik düzlemde materyalizmin maddesidir. Dil, karşıdaki birey tarafından duyu organları ile algılanan, bedensel bir jest ve mimik halinde veya fikir ile birlikte beliriveren tarzıyla ontolojik düzlemde maddeseldir.

Spinozaca söylersek daire de daire fikri de maddeseldir. Masa sözcüğü ve bence dilin bir başka versiyonu olan ve diğer kognitif potansiyellerle birlikte beliriveren “masa” kavramı da ve nihayet nesne olarak masa da maddeseldir. Dil başlığında söylersek, çember de çember sözü de maddeseldir. Yalnızca nesnesine uygun düştüğü apaçık olan şeyler için değil. Örneğin “ağrı” sözcüğü de “ağrı” hissi de maddeseldir. Ağrı, nasıl ki bedenin periferinde bedene yabancı bir madde etkisiyle oluşan “Substance P” ve diğer sitokinlerin salgılarının nöral yolaklarla beynin parietal bölgesine ulaşması demekse, ağrı sözcüğü de planum temporalede yer alan limbik sistemin diğer nöral paralel ağ yolaklarının hareketiyle boğaz içinde ses tellerin titreşmesidir. Spinoza bilimden çok önce fikrin nesnesine uygunluğunu, uygun olma zorunluluğunu göstermiştir.

“Çünkü kelimelerin ve imgelerin özü sadece cisimsel hareketlerden ibarettir.”[16] “Örneğin doğada var olan bir daire ile var olan bir dairenin Tanrı’daki fikri farklı sıfatlarla kendilerini açığa vursalar da, aslında bir ve aynı şeydir.”[17]

Kelime olarak ve düşünce ile birlikte beliriveren dillerin ikisinin de ve bu ikisinin denk düştüğü şeylerin doğasının da maddesel olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Spinoza ontolojik materyalizm açısından şu yakıcı cümleyi sarf eder: “Fikirlerin düzeni ve bağlantısı şeylerin düzeni ve bağlantısıyla aynıdır.”[18]

Fikirlerle dilin ontolojik düzlemde birlikte beliriverdiği tespitinden sonra, tüm bunların düzeni ve bağlantısının şeylerin bağlantısıyla aynı olduğunu vurgulamak materyalist bir dil teorisi için birinci aşama olarak kabul edilebilir. Ontolojik materyalist düzlemde dilin iki türünden bahsetmek gerekecek. İlki bir başka bireyin fenomenolojik olarak algılayabildiği ses, beden hareketleri ve tarz gibi ögelerin toplamı olan “göstergesel-dış dil”. İkincisi ise düşünme vb. kognitif potansiyellerle birlikte beliriveren ve kaba materyalist bakış açısıyla bugüne kadar korteksin herhangi bir bölgesinde nesnelerin izdüşümü olarak düşünülegelmiş “kavramsal dil”dir. Her ikisi de “pure” madde kategorisidir.

Göstergesel-dış dil, onu oluşturan optik(görsel), bellek ve emosyonel yolaklarıyla birlikte meydana gelir ve karşıdakinin işitsel, optik veya emosyonel yolağına eklenir. Gerçekleşen işlem spontandır, öznesizdir ve ereksizdir. Maddenin hareketi bir hedef ve bireysel edinimin ötesindedir. Işığın, sesin ve bir bedenin iki veya daha fazla insanın nöral yolakları arasındaki maddesel salınımı için Kandel’in eseri incelenebilir.[19] Hücre içi iyon kanallarının reseptör biyofiziğinden gross organ anatomisine kadar öznesiz ve ereksiz birçok mikro ve makro devre sistemleri söz konusudur. Örneğin masa sözcüğünü ağızdan çıktığında ve karşıdaki kişi tarafından masa nesnesi akla geldiğinde göstergesel-dış dil işlerlik kazanmıştır.

“Kavramsal dil” ise sürekli “göstergesel-dış dil”e dönüşmeye eğilimlidir. Çoğunlukla göstergesel-dış dilin oluşum ve çevre tarafından algılanış aşamasında vardır. Çoğunlukla bellek ile birlikte çalışır. Bellek, deneyimlerin nörolojik ismidir. Eskiden tasarımlanmış ve beynin sinapslarındaki nöral değişimler sayesinde depolanmış gibi duran dış maddi varlıkların yine onlarla aynı düzen ve bağlantıda kalma yasasına uygun karakterde yeniden belirivermesini sağlar. Kavramsal dil için belirivermek yeterlidir, ancak çoğunlukla kavramsal dil göstergesel dış dile dönüşür. Dönüşmeseydi de yine nörobiyolojik maddeselliğinden dolayı öznesiz, ereksiz, birey-ötesi ve kendiliğinden olacaktı. Örneğin sağ elde bir kırık olunca ağrı sözcüğünün akla gelmesi veya ağrı sözcüğünün dışavurulmaya genelde eğilimli olması gibi.

Dilin bu iki varoluş karakterini Spinoza “elma” kelimesiyle değerlendiriyor.

“Örneğin elma kelimesinin düşüncesinden bir Romalı hemen bu meyvenin düşüncesine ulaşır, bu meyvenin o kelimenin telaffuzuyla hiçbir benzerliği ve o kelimeyle ortak noktası olmadığı halde; bunun tek nedeni söz konusu insanın bedeninin hem bu kelimeden hem de bu meyveden aynı anda etkilenmiş olmasıdır, yani söz konusu insanın her elma gördüğünde bu kelimeyi de işitmiş olmasıdır.”[20]

Ontolojik düzlemde tanımladığımız her iki dil türü de birey-ötesidir. Bireyden “çıkış” yapmasına karşın ilişkiseldir. Voloşinov, dili birey edimiymiş gibi gösterenlere “öznelci subjektivizm” eleştirisini yöneltir. Karşı çıkılan ikinci eğilim ise soyut objektivizmdir. Dilsel fenomenlerin gerçek varoluş kipini çözüme kavuşturmak ister. Dilin felsefi öneminin farkındadır. Maddi temel ile zihinsel yaratıcılık arasındaki bağlantıların karmaşık fenomeninin dil ile aydınlatılabileceğini ileri sürer. “Söz edimi, daha doğrusu söz ediminin ürünü -sözcelem-, sözcüğün kesin anlamıyla hiçbir koşul altında bireysel bir fenomen olarak görülmez ve konuşucunun bireysel psikolojik ya da psiko-fizyolojik koşulları çerçevesinde açıklanamaz. Toplumsal bir fenomendir sözcelem.”[21] Dili onu bireyler arası pratiğe dökülen kesintisiz bir üretim süreci olarak açıklar ve “sosyolojik” yasalara bağlı olduğunu savunur. Her ne kadar ideolojik anlamlardan ve değerlerden soyutlanamasa da dil, maddi gerçeklikten farklı düşünülemez.

Dilin her iki varoluş türü de, tek bir bedende düşünce, bellek, algı gibi tüm kognitif potansiyellerle birlikte belirir. Dilden ayrı düşünce ve düşünceden ayrı bir dil tasavvur edilemez. “Zihnin düşünce sıfatı altında, beden de yer kaplayan sıfatı altında düşünüldüğü sürece, beden fikrinin ve nedenin, yani zihin ve bedenin bir ve aynı şey olduğunu göstermiştir.”[22]

Dilin Varoluş Tarzları ve Düşünce

Dilin düşünce ile birlikte tasavvur edilmesi halini ilk olarak Hobbes ve Condillac’ta görüyoruz. Her ne kadar Platon, düşünmeyi içe konuşma ve insanın kendi kendisiyle diyalogu olarak, Aristoteles de seslerin ruhtaki duygulanımlarının sembolü olarak açıklasa da dil ile düşünce arasında doğrudan bir bağ kurmamışlardır.”Condillac dil öncesi veya dilden bağımsız bir düşünme faaliyetini, birtakım imgesel çağrışımlar dışında imkânsız görür. Condillac’ın nazarında, konuşmak, muhakeme etmek, akıl yürütmek, soyut idealar üretmek esasen aynı şeydir.”[23] Mantıkçı pozitivistlerin ve dili düşüncenin resmi olarak gören Wittgenstein’in birinci dönem eseri Tractatus Logico-Philosophicus bu aşamada değerlidir.

Ancak Spinoza’dan köken alan ontolojik materyalist tezde dil, yalnızca düşüncenin resmi veya düşünceyi oluşturan şey olarak kalmaz. Cisimlerle aynı düzen ve bağlantıda oluşmuş ve onlarla birlikte belirmesi ve yalnızca böyle var olabilmesi zorunlu olan bir maddi nöral süreç olarak ele alınmalıdır. Bu aşamada dilin nedeninin kendisi olduğunu ve kesintisiz üretiminin spontan/kendiliğinden olduğunu vurgulamak gerekiyor. Çağdaş metinlerden başka dilin kökenine dair yapılan yarı-antropolojik yarı-felsefi çalışmalarda bu görüşün öncüllerine rastlamak mümkün. “Dil konuşulduğu anda doğar; özü, ebediyen doğup durmaktır.”[24] Yalnızca köken itibarıyla değil, bedenin sürekli devam eden nörolojik bir çıktısı olması nedeniyle spontandır. “Eğer dil, aslında ne dışarıdan gelen bir ihsan ne de gecikmiş ve mekanik bir icat ise geriye, tutulacak tek bir yol kalır: dilin yaratılışını, kendiliğinden ve bütünlüğü içinde faaliyette bulunan beşeri melekelere atfetmek.”[25] 

Dilin göstergesel-dış ve kavramsal olarak her iki varoluş türü de ontolojiktir. Aynı düşünme eylemi gibi maddi nöral süreçlerle tüm kognitif potansiyellerle birlikte belirir. Öznesiz, ereksiz, birey-ötesi, ilişkisel ve kökeni gibi spontandır.

Epistemolojik Düzlemde Dil

Spinoza yalnızca ontoloji alanını materyalizme açmakla kalmaz. Epistemoloji alanı da materyalizme açar. “Bir fikir nesnesinden farklı olarak kendinin bilinebilir bir kendilik fikrini oluşturur. Kendinin gerçek özü olarak alınmış bir fikir, yine kendinde kabul edilmiş gerçek bilinebilir bir kendilik olan başka bir fikir özünün nesnesi olabilir ve bu sonsuza dek sürer.”[26] Epistemolojik materyalizm için bilgi ile bilgi nesnesi arasına kategorik bir ayrım koymak zorunludur. Düşünce ile düşünce nesnesi birbirine indirgenemez.

Spinoza’da ontoloji içi ve epistemoloji içi materyalist ögeler bulmak ve bu noktalardan ilerlemek mümkündür; ancak epistemoloji ile ontoloji ayrımına dair bir veri bulmak zordur. Spinoza bize bu ayrımı vermez; ancak ayrımlar bir kez kabul edilince ve bu gözle Spinoza’ya bakınca içeride gömülü bir materyalizm hazinesi göze çarpar. Ethica’nın ikinci kitabı dikkat çekicidir. Nasıl ki Negri birinci ve ikinci kitapta “negatif” varlık teorisi görüyor ve çokluğun kurucu öznelliği için Ethica’nın diğer kitaplarını ve TP ile TPP’yi görüyorsa; Ethica’nın birinci cildinin ontolojik materyalizm, ikinci cildinin ise epistemolojik materyalizm kaynağı olabileceğini düşünüyorum. İkinci ciltte fikir, fikir nesnesinden özenle ayrılmıştır. “Fikir deyince, nesnesinden bağımsız olarak kendi başına düşünüldüğü sürece, doğru bir fikrin tüm niteliklerine ya da içsel belirtilere sahip olan bir fikri anlıyorum.”[27]

Bilgi ve düşünce sorunsalına girildiğinde, hele ki konuya dilin “nerede”liği ve “ne”liği amacıyla bakılacaksa fenomenoloji problemiyle karşılaşılır. Ülkemizde aynı soruyu dert eden iki kışkırtıcı çalışma mevcut.

Saffet Murat Tura, insan davranışının arzu, inanç gibi zihinselci terimlerinde fizikalizm ile açıklanamayacak bir “mana” probleminin varlığını ortaya koyar. Sorunun yerini de belirtmekten çekinmez. “Mana problemindeki sorunun da ontolojik değil epistemolojik düzeyde ortaya çıktığını düşünüyorum; sorun tamamen anlam ve fizik bilimi ilişkisinde düğümleniyor.”[28] Tura, sorunun çözümü için naturalist hermeneutikten yardım alır ve bir metafizik teorisi geliştirdiğini öne sürer. Öznellik sorununu yine bir beyin olayı olarak tanımladığı kapalı-fenomenalite kavramıyla açıklamaya çalışır. Tura, rasyonalitenin kökenini “bilimin metafizik temellendirmesi” olarak adlandırdığı epistemolojik bir hat izleyerek vurgular. Tura’nın keskin ontolojik materyalist hattı, epistemoloji düzleminde sekteye uğrar. Epistemoloji alanını zaten materyalizm dışı saydığı için anlamı fiziksel olmayan bir fenomenalite ile temellendirmeye girişip gizliden gizliye materyalizm reddiyesiyle işe başlar. Dilin çok yerliliğini tespit etmiştir ancak; ontoloji alanındaki keskinliği, epistemoloji alanında yer yer kartezyenizme yenik düşmüştür. Vurguladığım gibi, Tura’da epistemoloji düzleminde materyalizm varlığını sürdüremez, varlığını sürdürmeye kalkarsa mana ve düşünce problemini açıklığa kavuşturamaz.[29] Hatta materyalizm bu sahada varlığını sürdüremediği için epistemolojik düzlemden ve manadan bahsedilebilmektedir.

Vefa Saygın Öğütle, Tura’nın aslında iki ayrı alanda da materyalizmi savunmadığını anlıyor ve çözümü epistemolojik düzlemin reddiyesinde görüyor. Bilen özne ile nesneyi birbirinden koparan klasik metodolojik bireyciliği pozitivizmle itham etmeyi yetersiz görüyor.

“Dolayısıyla, tam da meselenin epistemolojik düzlemde çözümlenemeyeceğini savunmak ve epistemolojik düzlemdeki reddiyemi, bu zayıf eleştiriden ziyade, iki hat üzerinde temellendirme niyetindeyim: Empirist epistemolojinin metodolojik bireycilik açısından yarattığı tutarsızlık ve indirgemecilik meselesi.”[30]

Tura’nın rasyonalite ve rasyonalitenin kökeni kavramının hakkını teslim ediyor ve bu kavramların metafizik ontoloji düzleminde edinilebileceğini savunuyor. Öğütle, alana özgü ontolojiler tanımlayarak eleştirel realist pozisyonun her disipline özgü tarzda kendi “nesne”sini tanımlayarak yeniden üretilebileceğini söylüyor.

Materyalist Bir Dil Teorisi için

Çok yerli bir kavram olarak dil, salt alana özgü ontoloji veya salt genel bir metafizik ontolojik düzlemde savunulamaz. Başka hiçbir şey için olmasa bile, dil için bilgi alanının ayrımı tanınmalı ve materyalizme açılmalıdır. Dil varsa epistemoloji ve ontoloji ayrımı vardır. Dilin kendisi ve varoluş tarzları bu keskin ayrımı gerektirir ve paradoksal biçimde halihazırda hayatı devam ettiren “metafizik birlikteliği” ispatlar. Kartezyen tezleri tekrarlamıyorum, dilin çok yerli konumunun ondan başka hiçbir şeyin çok yerli olmayışından türeyen epistemoloji-ontoloji ayrımının altını çiziyorum. Dil sayesinde ve nedeniyle birbirine indirgenemez iki alanın bir aradalığı varsa yine dil sayesinde ve nedeniyle iki ayrımlı alanın kendi içinde materyalist bir arayışa girişmeliyiz.

Dilin epistemolojik düzlemdeki varlığı onun “beden-içi sınırlı dil” versiyonundan veyahut epistemik düzlemde böyle var olmasından ileri gelir. “Beden-içi sınırlı dil” dilin üçüncü versiyonudur. Epistemoloji düzleminde yer alan “Beden-içi sınırlı dil”in sınırı ve koşulu ontolojik düzlemde yer alan “göstergesel-dış dil” ve “kavramsal dil”dir.

Düşüncenin dil ile kurduğu ilişki nasıl tanımlanabilir? Spinoza’ya göre “Zihin kesin ve belirli bir düşünme biçimidir.”[31] İnsan zihnini kuran fikrin nesnesi bedendir. Bir anlamda düşüncenin düşünce nesnesi kavramsallaştırımasına ulaşır Spinoza. Ona göre beden, “fiili olarak var olan belli bir yer kaplama tavrıdır, başka bir şey de değildir.”[32] Dolayısıyla düşüncenin düşünce nesnesi bedendir. Geometrik kanıtlamalara devam eder: “Şöyle dersek, insan zihnini kuran fikrin nesnesi bir bedense, bu bedende zihin tarafından algılanmayan bir şeyin olması mümkün değildir.”[33] Ethica’da yine bedenin imkanları arttıkça zihnin de pek çok şeyi algılama yetisinin arttığından bahseder.

Spinoza’ya bu noktada katılmak mümkün değil. Felsefi açıdan ontoloji problemini, epistemoloji içerisine alarak bir kısa devreye yol açtığı gibi günümüz nöroloji pratiğiyle de kolayca çürütülebilir.

Klinikte öylesine geniş bir ihmal/söndürme ve dikkat bozuklukları spektrumu vardır ki, araştırmacılar artık ihmalin de bir yaygın şebeke ağı hasarı olduğundan söz etmektedirler. En sık bilineni ve konumuz açısından semptomatik olanı ise “sol ihmal”dir. Beyinin sağ arka parietal bölgesinde yer alan ARAS(Asendan Retiküler Aktive Edici Sistem) yolağının inme, tümör, travma gibi sebeplerden dolayı hasarlanmasının ardından hasta vücudunun sol tarafını kullanamaz. Sol kolu ve bacağı hareket etmediği gibi vücudunun sol yanını da ihmal eder. Ne sol yanıyla bir şey yapma fikri aklına gelir, ne de sol tarafının hareket ettiremediği. Kendilerinden bir duvar saati çizmeleri istendiğinde bile tüm rakamları sağa dayalı olarak yarım çember içerisine yerleştirirler.

Zihnin bedeni algılamaması Spinoza’nın kurduğu sistemi altüst eder. Oysaki bu durum epistemolojik materyalizm açısından sorunlu bir durum değildir. Nasıl ki sol kolu olmayan birinin veya sol kolu kırık olan birinin “sol elle saçını tarama eylemine” denk düşen bilgi nesnesinden bahsedemiyorsak, sol ihmali olan birinin de sol elle saçını tarama eyleminin epistemolojik izdüşümünden bahsedemeyiz. Yani, sol eli olmayan biriyle beyninin sağ ARAS kısmı hasarlanmış birinin “praksisin bilgisi” düzleminde farkı yoktur.

Düşünce ile düşünce nesnesi arasındaki indirgenemezlik ve bu ikisinin birbirine hangi şartlarda atıfta bulunduğu felsefi açıdan zor bir konu. Ancak düşüncenin düşünce nesnesinin beden olmadığını ve ona düşünce halini veren şeyin dilin üçüncü versiyonu yani “beden-içi sınırlı dil” olduğunu iddia ediyorum. Dilin epistemolojiye bu kanattan dahil edilmesi afazik ve psikiyatri disiplininin hasta kabul ettiği insanlar için de uygulanabilir. Dil ile düşünce arasında öncelik-sonralık ilişkisi koyulamadığından, gerek afazik sendromlar gerekse de olanca çeşitliliğe sahip psikiyatrik tablolar aynı kanat epistemolojinin farklı tezahürleridir.

Spinoza üç tür bilgi tanımlar ve bunun ilk aşaması olarak “maddi imgelem” kavramından bahseder. Birinci düzey bilgi olarak “maddi imgelem”, nihai üçüncü tür bilgiye ulaşmak içindir. Üç bilgi türü arasında ayrım ve ereksellik faydalı bir platform sunmasa da birinci tür bilgi edinimi olarak “maddi imgelem” kavramı, düşüncenin düşünce nesnesi olarak bir dil versiyonunu tanımlamamız noktasında yararlı olabilir.

“İnsan zihninin aynı anda net şekilde imgeleyebileceği nesne sayısı, bedende aynı anda oluşturulabilecek imgelerin sayısı kadar olacaktır. Ama bedendeki bütün imgeler büsbütün birbirine karıştığında, zihin de bütün nesneleri bulanık bir şekilde, hiçbirinin ayırdına varmadan imgeleyecektir.”[34]

Düşüncenin düşünce nesnesi olarak kavranılacak bir dil imajına yaklaşmış olmasına rağmen Spinoza geri adım atar. İmgelem, akıl bilgisi ve sezgisel bilgi şeklinde bilgi içine koyduğu üç kategori ve aralarına yerleştirdiği hiyerarşi/teleoloji dilin önemini görmesini engeller.

“Fikirler ile şeyleri ifade ettiğimiz kelimeleri birbirinden ayırt etmemiz gerekecek.(…)Fikirlerin bizde dış cisimlerle temasımız sonucunda oluşan imgelerden ibaret olduğunu sananlar, böyle imgeler oluşturamadığımız şeylerin fikirlerinin fikir olmadığına(…)”[35]

Determinizm Dilin Neresinde?

Şeyleri ifade eden kelimeleri böylesine ayrı gören Spinoza’nın bakışı onun zorunluluk/özgürlük perspektifinden değerlendirildiğinde ancak günlük dil için anlamlı olabilir. Ona göre doğada olası hiçbir şey yoktur; tersine her şey tanrısal doğanın zorunluluğu sonucunda, belli bir şekilde varolmaya ve bir eyleme belirlenmiştir. İstisnai bir hal belirtir: “Tikel şeylerin hepsi olasıdır ve yok olabilir. Çünkü onların varoluş süreleri hakkında hiçbir şekilde tam bir bilgi edinemeyiz.”[36]

Ontolojik ve epistemolojik düzlemde materyalist edinime tabi tuttuğumuz dilin üç versiyonunu tanımladım. Dilin, maddenin nöral yolaklardan kaynaklı zorunluluğu içinde öznesiz, ereksiz, kendiliğinden, birey-ötesi ve nihayet düşüncenin düşünce nesnesi olduğunu anlatmaya çalıştım. Paradoks değil; bu metnin de içine dahil olduğu şu dilsel evrenin her tikeli olasıdır.

Spinoza’nın zorunluluğu tikelde özgürlüktür. Dört yüzyıl sonra bile bizleri özgürce çağrışımlar yapmaya teşvik edecek ölçüde…


[1]     Benedictus De Spinoza, Ethica(E), çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Kabalcı, 2013, s. 36

[2]     A.g.e., s. 314

[3]     Benedictus De Spinoza, Tractatus Politicus(TP), çev. Murat Erşen, Ankara: Dost, 2012, s. 111

[4]     Benedictus De Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus(TTP),  çev. Betül Ertuğrul, İstanbul: Biblos, 2008, s. 21

[5]     Toplumsal sözleşme bağlamında, TTP  ile TP arasındaki farklar ve Spinoza’nın giderek sekülerleşmesi canlı bir tartışma konusudur.

[6]     Antonio Negri, Aykırı Spinoza, çev. Nurfer Çelebioğlu, İstanbul: Otonom, 2011, s. 63 

[7]     Afazi: Beynin bazı bölgelerindeki yapısal hasardan dolayı konuşamama, konuşulanı anlamama veya tekrarlama becerisinin kaybolması

[8]     M. Marsel Mesulam, Davranışsal ve Kognitif Nörolojinin İlkeleri, İstanbul: Yelkovan, 2004, s. 296

[9]     Beynin sol ön bölgesindeki konuşma merkezi ile sol şakak bölgedeki anlama merkezi ve bu ikisini birleştiren sinir liflerinden bahsedilmektedir.

[10]    http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/25024207

[11]    http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/25324816

[12]    A.g.e., s. 295

[13]    Roy Bhaskar’a göre felsefi materyalizm üç düzeyde kurulabilir: 1- Ontolojik Materyalizm: Sosyal varlığın biyolojik varlığa bağlı olduğunu iddia eder. 2- Epistemolojik Materyalizm: En azından bazı bilimsel düşüncelerin bağımsızlığını ve olguları etkileyebildiğini iddia eder. 3- Pratik Materyalizm: İnsanın, sosyal olguların yeniden üretimi ve dönüştürülmesinde etkin bir role sahip olduğunu iddia eder. Kaynak: Roy Bhaskar, Materyalizm, Çev. Sina Şener, Marksist Düşünce Sözlüğü, Tom Bottomore (der.), İstanbul: İletişim, 1993, s. 406

[14]    Spinoza, Ethica, s. 48

[15]    A.g.e., s. 64

[16]    A.g.e., s. 142

[17]    A.g.e., s. 88

[18]    A.g.e., s. 87

[19]    Eric Kandel, Principles of Neurology, McGraw Hill Companies, 2013

[20]    Spinoza, Ethica, s. 110

[21]    V. N. Voloşinov, Marksizm ve Dil Felsefesi,  çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı, 2000, s. 142

[22]    Spinoza, Ethica, s. 112

[23]    Atakan Altınörs, Dil Felsefesi, İstanbul: Bilim ve Gelecek, 2012, s. 34

[24]    Ernest Renan, Dilin Kökeni Üzerine, çev. Atakan Altınörs, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2011, s. 39

[25]    A.g.e, s. 65

[26]    Leibniz Spinoza, Monadoloji Kavrayış Gücünün Gelişimi, çev. Can Şahan, İstanbul: Kuram, s. 98

[27]    Spinoza, Ethica, s. 82

[28]    Saffet Murat Tura, Madde ve Mana, İstanbul: Metis, 2011, s. 113

[29]    Tura ile Spinoza üzerinden bir tartışma için bkz: http://www.teorivepolitika.net/index.php/dosya-konulari/item/274-felsefeye-karsin-felsefede-olmak

[30]    Vefa Saygın Öğütle, Metodolojik Bireyciliğin Eleştirisi, İstanbul: Ayrıntı, 2012, s. 244

[31]    Spinoza, Ethica, s. 138

[32]    A.g.e., s. 96

[33]    A.g.e., s. 95

[34]    A.g.e., s. 126

[35]    A.g.e., s. 141

[36]    A.g.e., s:120

  • Bu yazı ilk olarak Düşünbil Dergisi 49. sayıda yayımlanmıştır.