Çirkin ve yerli bir muhalefet türüyle karşı karşıyayız. Bu tür, sık sık Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye ölesiye karşı olduğunu söylüyor, her alanda liyakatsiz işlerin hüküm sürdüğünden rahatsız oluyor, ekonomik gidişattan memnun olmuyor ve çoğunluğunu laikliğe aykırı bulduğu Saray icraatlarına tepki gösteriyor. Aynı tür, konu kendisine ulusal çıkarlar olarak yutturulan sınır ötesi operasyonlara gelince, iktidar aleyhine gösterdiği protest tutumu geriye alıyor. Hem de bu geri almayı ülkesi için gösterdiği büyük bir fedakârlık zannediyor. Hükümetlerin geçici, devletlerin kalıcı olduğu zırvalamasından bahisle, Erdoğan’a karşı olduğunu ama iş ulusal onura gelip dayandığı anda, her tür fikirsel ve politik ayrılığı sinesine çekebilecek kadar devletine inandığını kendisine ve dostlarına ispatlamak istiyor.
İlk elden söylemek gerekir ki, bahsettiğimiz muhalefet türünün iktidar aleyhindeki tutumları, sonunda pek de bedel bulunmayan bir itiraz biçimine tekabül etmektedir. AKP iktidarı kendilerini çoğunlukla laik, Kemalist, Atatürkçü, seküler, milliyetçi, ulusalcı hatta yer yer solcu olarak tarif eden bu muhalefet türüne karşı, bugüne kadar ciddi bir yaptırımda bulunmamıştır. Bu insanlar ister Millet İttifakı adıyla yan yana gelmiş siyasal partilerin Babil Kulesi gibi yapılanmış binalarının gözeneklerinde yer tutsunlar, isterse de politikanın kirine bulaşmadan işinde gücünde hayatlarına devam etsinler; maddi veya manevi zarara uğramamışlardır. Saray’dan doğru bir politik operasyon onların hayatlarının tam ortasına hiçbir zaman dalmamıştır.
Bu korunaklı ahvali, şüphesiz az önce bahsettiğimiz sınır ötesi operasyonlardaki desteklerine borçlular. Devrimci politik analizlerde her seferinde “Bu sefer gidiyorlar, bir Pirsus zaferi söz konusu, bundan sonra geri dönüş yok” diye yazılan, adını TSK’nın Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Pençe, Barış Pınarı ve Libya olarak koyduğu sınır ötesi operasyonları, bahsettiğimiz muhalefet türü daima ulusal çıkarlara uygun bulmuştu. Bu ortaklaşma sayesinde Tayyip Erdoğan hem ruhunu hem de cebini doyurabildi, tutunduğu daldan düşmemeyi başarabildi.
Tarih, savaşlar boyunca, hatta yenilgi kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamışken bile liderlerin ham hayallerinin komik sonuçlarıyla doludur. I. Afyon Savaşı’nda (1839-1842) İngiliz işgalini püskürtmek için bir karşı saldırı hazırlığına kalkışan Çin hanedanlığı başaracaklarından o kadar emindi ki, düşmanı yendikten sonra okunacak zafer beyannamesi için tamamı edebiyatçılardan oluşan Çin genelkurmay heyetinde bir kompozisyon yarışması düzenlenmişti. Netice İngiltere’nin bu karşı saldırıyı bir çırpıda bastırması oldu. I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndaki yenilgisine birkaç ay kalmışken, Mart 1918’de Almanya İmparatoru II. Wilhelm topraklarına katmak istediği Kurlandiya bölgesi için armalar tasarlıyor, Baltık ormanlarında nasıl yaban öküzü avına gideceğini planlıyordu. Kendini asrın lideri zanneden Tayyip Erdoğan da Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleri kuralı dokuz yıl oldu, Mavi Vatan gibi temelsiz ve içi boş edebi tamlamalara gönlünü kaptıralı ise henüz birkaç yıl. Sonu esasında daha şimdiden Çin imparatoru ya da II. Wilhelm gibi oldu bile; ama bu sonucun resmi tarih kayıtlarına geçmesi için biraz daha zaman gerekiyor!
Tayyip Erdoğan’ın Şam’da kılmaya söz verdiği namaz için Emevi Camii önünde çıkaracakları ayakkabılarını cilalayanlar, “Kobane düştü, düşecek” dendiğinde Kürt kırımı için silahlarını yağlayanlar, Mavi Vatan sloganı için bir zamanlar ya gardırobun üstüne kaldırdığı ya da Ergenekon hapishanelerinde bıraktığı amiral takkesini yeniden başına geçirenler; bunların hiçbirini yapmasa bile kutsal zannettiği ama esasta bir oligarşik aygıt olan Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarları için sessizliğe gömülenler, Saray’ın ortağıdır.
Millet İttifakı’nın heyecan duyduğu kitleden, bu ittifakın taban diye yaratmak istediği şeyden, aslında bu ittifakın tam da kendisinden bahsediyoruz. Zamanında Erdoğan’a bol keseden sundukları destek için şu sıralar biraz cimri davranıyorlar ve ortaklaşa sorumlu oldukları sınır ötesi işgallerin doğrudan sonuçlarından biri olan göç dalgasının üzerinde tepinmeye çalışıyorlar. AKP gibi acımasız, Saray gibi pervasız ve Erdoğan gibi tutarsızlar. Seçmenlere taahhüt olarak sayısı milyonları bulan göçmenleri gerisin geriye göndereceklerini sunup, onlardan bu vaatle oy talep ediyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu nihayet rakibini punduna getirdiğini, sonuç alıcı bir şey yakaladığını düşünüyor. Ağzı kulaklarına varıyor ve bunu göçmenlerle karşılıklı güle oynaya, davul zurna eşliğinde yapacaklarını ifade ediyor. Güya göçmenler geri dönmek için can atacakmış!
Tepedekilerin sözleri hep yumuşak, alttakilerin ise davranışları hep sert olur; ama işaret edilen yön daima aynı kalır. İki kesim de bunu sezer, bilir. Kendisine yakışık olanın böyle olduğunu, söylemesi ve yapması gerekenin bu olduğunu düşünür. Saray yumuşak sözlerle İstanbul Sözleşmesi’nin örf ve adetlerimize uygun olmadığını söylerken, tabandaki erkek mesajı hemencecik alır ve kadın cinayetine kalkışır. HDP’nin kapanmasını tartışmaya açmak, ülkücü birey için en yakın HDP il binasında silahlı saldırı yapmak demektir. İşte bu yüzden Millet İttifakı’nın “Sınır Namustur” sloganının izdüşümü olarak, cinsiyetçi çağrışımlarının yanında Ankara Altındağ’da yaşanan pogrom tatbikatını görmek gerekmektedir.
Madem koro halinde AKP’nin yönetememe krizinden söz ediliyor, madem AKP artık geriye döndürülmesi imkânsız bir tekerleğin ritmiyle yokuş aşağı yuvarlanıyor; o halde bundan sonra Millet İttifakı’nın düşman kimliğini daha gür sesle söylemek AKP’nin işine gelmeyecektir!
Devrim davası nezdinde Millet İttifakı ve ona verilmesi çok muhtemel olan destek ciddi bir mesele haline gelmiştir. Üç sene önceki yerel seçimlerde faşizmi geriletme bahanesiyle sosyalist cenahtan bu ittifaka oy verenlerin, göçmenlere son bir ayda reva görülenlerden sonra bile özeleştiri yaptıklarına herhangi bir mecrada rast gelmedik. Bir iki sene içinde yapılacak olan başkanlık seçiminin ikinci turunda -ilk turunda ayıp olmasın diye muhtemelen HDP’ye oy vereceklerdir- sayısı milyonları bulan bir kitleyi tehcir edeceğini politik programında açıkça beyan eden bu ittifaka sokağı, mücadeleyi ve bağımsız direnişi hiç düşünmeden yeniden oy vermeyi planlayanları ağır bir dille uyarmak gerekiyor.
Bu uyarının benzerini Karl Liebknecht, Kasım 1918 Alman Devrimi’nin öngünlerinde sonraları Spartakistlerin katili olarak adını tarihe yazdıracak reformist Friedrich Ebert’ten kitlelerin umutlandığı sıralarda, işçilere seslenirken yapıyordu: “Coşkunuzun şarabına su katmak zorundayım.” diyordu. “Karşı devrim çoktan yola çıktı, çoktan harekete geçti!” Ve açıkça Friedrich Ebert’i ve Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) düşman olarak işaret ediyordu: “Şimdiden burada, aramızda! Karşımızda konuşma yapanlar devrim dostu mudur?”
Türkiye’nin aktüel politik diziliminde devrimciler, karşı devrimciler ve reformistler yok. Doğrusu devrimciler olsaydı, mutlaka diğer iki bileşen de peyda olurdu. Devrimcilerin yokluğunda politikanın sahnesinde faşistler ve reformistler bulunuyor. Politik düzenin, anayasanın ya da rejimlerin sarsıntılı değişim dönemlerinde yani devrim sırasında her aktör en hoyrat ve en çetin yönünü gösterir. Lümpen kalabalıklar yağmaya, soyguna ve linçe girişir. Devrimciler hayatı durduran grevler, saldırgan gösteriler ve iktidara karşı kanlı hücumlar yaparlar. Karşı devrimcilerin zor zamanlar için ellerinde tuttukları silahlar gizlendikleri depolardan çıkmaya başlar, reformistler bile cesurlaşır böyle dönemlerde. Bir süre sonra kim iktidarı ele alırsa, onun itidalli süreci başlar, ya sosyalistlerin normali ya reformizmin ölçüsü ya da karşı devrimin kahredici faşizmi…Faşizm, sosyalizm ya da reform; her biri özünde itidal süreçleridir. Abdülhamid’in istibdadı, Hitler’in faşizmi, Lenin’in Bolşevizmi, Ebert’in sosyal demokrasisi her biri birer kurulu düzen olmasının verdiği doğa nedeniyle -elbette Bolşevizmi ve diğer sosyalist devrimlerin doğasını ayrı tutarak, onları savunarak ve insan toplumunun yarattığı ve yaratabileceği en üst model sayarak- kendi içinde tutarlılık taşır. Bu tutarlılık faşizme soykırım, sosyalizme kamulaştırma, sosyal demokrasiye ise kapitalist uygarlığı sürdürme gücü verir; bu aşamada devrim dönemlerinin sonu belirsiz güçler dengesizliği yoktur.
Türkiye böyle bir itidalden, AKP’nin faşizm olarak tanzim ettiği itidal sürecinden, alt-üst dönemlerinde görülebilecek bir karmaşaya doğru gidiyor. Ne yazık ki bu sürece bir devrim odağı olmadan, devrim davasını pratik olarak güdecek bir aygıttan yoksun olarak dâhil olacağız. Bu süre zarfında, yani ölçülü günlerin, AKP’nin kategorik üstünlüğünün ortadan kalktığı dönemde, Tayyip Erdoğan ile simgeleşmiş baş düşmanın artık ikili karakter kazandığını ve yanına Millet İttifakı‘nın da eklendiğini vurgulamak gerekiyor.
Abdülhamid’i deviren burjuva devrimcileri olan İttihatçılar, Ermeni soykırımı yapacaklarını alenen söylemiyorlardı, ama bunun emareleri daha küçük katliam denemeleriyle kendini belli ediyordu. 1908 yılında, bu emareleri geride tutup Osmanlı’nın bütün milletlerinin ve proleter sınıfların geniş onayını almayı başardılar. Bu onay acı bir sonuca evrildi; yedi yıl sonra sonu bir soykırıma kadar varacak olaylar silsilesine doğru gitti. Millet İttifakı, dönemin İttihatçılarından oldukça geride bir zihin yapısındadır ve programlarında daha şimdiden göçmenlerin tehciri ve pogromu yazmaktadırlar.
İçinde bulunduğumuz anda devrim davasını Millet İttifakı‘nın ideolojik ve politik şerrinden korumak elzemdir ve bu koruma güdüsü Erdoğan düşmanlığını sulandırmak manasına gelmemektedir.
Hayri Deliorman